Uzunca bir süredir gözlemlediğim tuhaf bir akıl yürütme biçimi mevcut. Bu, bir tarafıyla hüsnüzan veya hüsnükuruntunun ağır bastığı ve wishful thinking denilen şeye tekabül ediyor. Yani olayları veya durumları, kendi düşüncesi yahut çıkarı kabilinden yorumlamak, ne olursa olsun iyi olduğunu düşünmek ve zannın hakikat olduğunda ısrar etmek. Elbette bunun bir de tersi var, suizan. Yani olan biteni, kişilerin niyetlerini, eylem veya sözlerini kötüye yormak. Bahis konusu zan meselenin bir tarafı, komplolar üzerinden düşünmektir. Sözcüğün Frenkçe -conspriracy/complot- etimolojisini amiyane şekilde zorlarsak cümbür cemaat üfürmek diye çevirmeyi tercih ederim. Dünyada da ülkemizde de fazlasıyla yaygın bir akıl yürütme halidir. Bir tarafıyla modernize edilmiş skolastik düşünme eğilimi de diyebiliriz. Ancak bu yazıda, komploları daha sonraya bırakarak, hatta “komplonun teorisi olmaz…” diye üç noktalı bir aforizma bırakarak başladığım yerden devam edeceğim.
Sanıyorum ülkemizde halen tümdengelim ve tümevarım diye öğretilen meşhur ayrımın üçüncüsü üzerinde pek durulmuyor. Bilenler elbette mevcutsa da kavramın çevirisinin bile doğru düzgün yapılmamış olması, argümanımı destekler niteliktedir. Bu akıl yürütme biçiminin ismi abduction ya da retroduction’dır, ikisi birbiri yerine kullanılır. Doğrudan karşılığını ararsak kaçırım, tümdengitme ya da geriçıkarım diyebiliriz, sonuncusu daha anlamlı gibi duruyor. Özetle, kısıtlı gözlem ve veri imkanları söz konusuyken mesele hakkında tahmin yürütmek demektir. Daha önemlisi, sonuçlardan nedene gitmektir. Kesinlikten ziyade, ihtimal dairesindeki en iyi olasılığı hesaplamaktır. Günümüzde yapay zekanın bilimsel amaçlarla kullanımı da bu prensibe uygundur. Diğer yandan hastalıkların teşhisleri de bu mantığa dayanarak yapılır. Ancak geriçıkarım, gündelik olaylarda, özellikle de tarih ve siyaset gibi konularda, komplo mantığına da kapı aralayabilir. Dahası aynı “analizin” içerisinde bu üç akıl yürütme biçiminin bir arada, takip eden her bir cümlede ayı ayrı kullanıldığı düşünüldüğünde hepimizi yoran fikir ve tespit kakofonisi daha da çekilmez bir hal alıyor. Halihazırda hoşnutsuzluk, kafa karışıklıkları ve duygu karmaşaları yaşarken üzerimize boca edilen olaylar, haberler, demeçlerle birlikte, neyi kaybettiğini unutanların geçit törenini izliyoruz.
Hemfikirizdir ki Türkiye’de muhalefet sorunu olduğunu dile getirmek, bini bir paraya satılan bir tekerleme. Ancak bunun gerçekliğini neredeyse sorgulanmaz noktaya getiren şey; iktidar partisi, ortakları yahut çevresi değil. Muhalefetin kendi çevresiyle merkezi arasında yapılandırdığı ilişki biçimidir. Seçmen meselesini -şimdilik- bu denkleme katmadığımı belirterek çevre ile kastedilen şeyin, yeni ve eski medya; resmî ya da gayriresmî danışman ağları; küçük ya da orta ölçekli kimi sermaye grupları ile partilerin etrafına çöreklenmiş çıkar gruplarının, çörek yemek dışında bir amacı olmayan vizyonsuzlukları ile Rönesans tablosu zarifliğindeki kuru kalabalıkları olduğunu belirteyim (ki normal şartlarda çıkar gruplarının, her ülkede, her partide olması ve verdikleri katkı ölçüsünde de çıkar sağlaması beklenir).
Dikkat çekmek istediğim asıl mesele ise giriş yaptığım yerden, anlamı, mantığı ve anlama biçimlerini sorgulamak. Böylece açmazların içinde boğulurken bir hava boşluğu imkanını işaret edebilmek. İlk soru şu: iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş,tekdüze ve yekparebir muhalefet varsayımına yaslanarak -elbette karşısında da bütünleşik, devasa bir iktidar yapısı konumlayarak- ve eksik malumatları yeter sebep sayarak büyük büyük tahminler yürütülmesi, önce partilere, sonra muhalefete, sonra da topluma kesin bir istikamet çizilmesi, yeni bir habercilik, yorumculuk ve danışmanlık biçimi midir? Ki eğer böyleyse de bunun post-modern bir kehanet mesleği olduğunun teslim edilmesi gerektiğini savunuyorum. Eğer kehanet değilse de ilk paragraftaki hüsnüzan ve suizan sarkacına geri dönerek, “kesin/zaten, böyledir/olmalıdır” nakaratlarının arkasındaki asıl niyetin kitabın ortasından konuşularak açık edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Niyet deyince de ülkemizde hep gizli ajandalar anlaşılıyor; bu değil kastım. Alt alta dizili, başlamış ve bitmiş olayların sonuçlarından yola çıkarak nedenlerini aramak, ne gizli ajanda ithamı ne de komplo teorisidir. Burada eğip bükmeye gerek olmayan somut toplumsal bir reçetecilik arzusu mevcut. Bir kısım etkili ve yetkili zihne ait olan bu niyet, yarı esrik, yarı şövalyevari, “Türkiye toplumu ve siyasetinin tasarımının olması gereken noktaya getirilmesi” saplantısıdır. Bu tarif dışında bir sürecin de asla gerçekleşmemesi ve dolayısıyla gerçekleşen halinin tersine çevrilmesi gerektiği ütopyasıdır.
Siyaset reçetecilerini kendi içlerinde birkaç gruba ayırmak mümkün lakin şimdilik kısaca en büyük ortak keseni yazayım: “Türkiye’de Erdoğan iktidarının temsil ettiği kültürel motif ve değerler, oradan neşet eden dil, anlayış, iktidar biçimi, estetik vb. tüm alanların baskın olmaktan çıkarak ikincil konuma (geri) getirilmesine, etkinliğini yitirmesine ve türev kalmaları gerektiğine inanan eğilim” olarak özetleyebileceğim pozisyon. Yani hüsnüzan veya suizan fiillerinde kendisini bulan; en sıkıntılı ama mevcut muhaliflik tanımını yaratması bakımından en etkili (bir o kadar da sorun yüklü) katalizör. Pekala denilebilir ki: Burada ne var, herkes olanı biteni beğenmek zorunda mı? Elbette değil hatta bu saydığım başlıklara çok daha radikal yaklaşımlar getirenler de mevcut. Hülasa, olay beğenide değil. Sorun, söz konusu siyaset, kültür veya yaşam tercihlerinin, toplumun ortalamasıyla, medyanıyla (çok istenirse de vasatıyla) olan ilişkisinin tabiri caizse reddedilmesindedir. Bunu Erdoğan’ın yarattığına, en iyi ihtimalle de bu durumun sadece mevcut iktidar ve onun liderinin varlığı sebebiyle sürdüğüne, özünde gelip geçici olduğuna inanılmasıdır. Son fiil önemli, inanmak. Aslında daha çok daha büyük ve genel bir soruna tekabül ediyor. Ortaya da inanılacak şeylerle bilinecek şeyleri, ikna edilebilecek şeylerle kanıtlanabilecek şeyleri birbirine karıştıran ve neticede neyi bildiği şüpheli, neye inandığı belirsiz bir siyasetsizlik çıkıyor.
İkinci soru ise şöyle sorulabilir: Muhalefet ne demektir ve muhalif olmaktan ne anlaşılmaktadır? Muhalefetin, gerçekten bir selefe, halef olmak gibi bir amacı var mıdır? Yoksa halef yani iktidar olmaya dair amaç, ona ulaşmaya dönük uzun erimli ve makul planlar yapmak, buna uygun ilişki ağları oluşturmak, mikrodan makroya bir teşkilat seferberliği ile çalışmak yerine, bir tür haricilik[1] dairesine mi sıkışmaktadır? Muhalefet, iktidar makamına halef olmaktan bilerek mi, bilmeyerek mi vazgeçmiştir? Meramımın gündelik dildeki karşılığını, kelimelerin yerini değiştirerek söylersem “bizim olsun da ne olursa olsun” arzusu, öyle ya da böyle baskın gelmiş, böylece muhalif olma hali, varlığını sadece iktidarın hilafında olma durumuna mı indirgemiştir? Denilebilir ki: Bu da bir niyet okuma değil midir? Evet, bir niyet okumadır ancak bu niyeti okuyabildiğim noktada birçok somut delil mevcuttur. Somutturlar çünkü yapılanlar ya da yapılmayanlar, tercih edilen yol ve yöntemler ile tercih edilmeyenlerin listesi kozmik bir odada ya da varsayımlarda değildir Hepsi uzunca süredir ilan olunmuş malumlar ve yaşanmış hadiselerde görülmektedir.
Türkiye’de 2002 yılından beri 21 yıldır süren Erdoğan ve AKP’nin kesintisiz iktidarı, kendisini ona muhalif addeden her türden, etnik, mezhepsel, ideolojik, sınıfsal, kültürel vb. bireysel ya da kurumsal muhalefet unsurunda maddi ya da manevi aşınmalar meydana getirmiştir. Bunun da “otoriterleşme eğilimleriyle” kurulacak akademik/felsefi bir bağlantıya ihtiyacı yoktur. Ancak bu aşınmanın geldiği noktanın, ilk sorudaki “zan” meselesiyle ilgili ama daha ziyade ikinci sorunun asıl vurgusunu oluşturan “haricilik” sıfatını doğuran süreci tetiklediğine dair şüphelerim mevcut. Kısaca, muhalifliğin, temelde talip olmak zorunda olduğu asıl şeyin değiştiğinden fazlasıyla şüphe ediyorum. Yani seçim sistemi yoluyla iktidarı kazanmak için gerçekleştirmesi gereken ilk hedef olan, toplumun çoğunluğunun, % 50+1’in tek tek ya da bütün olarak önce teveccühünün, devamında da oyunun alınmasına dair zaruri amacından hayli uzaklaştığını düşünüyorum. Temelde muhalefet sorununu da buradan tanımlıyorum.
Sonuç paragrafını yazmadan bir konuda hatırlatma yapmalıyım ki elmalardan bahsettiğim paragraflar “ama armutları yazmışsın” ya da “iyi de armutları yazmamışsın” tadındaki nahif sinkafları çoğaltmasın. Bahsettiğim, elbette, çok partili bir sistem içerisinde (eskiden parlamentarizm, şimdilerde cumhurbaşkanlığı olan) siyasal partiler eliyle gerçekleşen olası iktidar değişimidir. Başına demokrasi getirmiyorum, ki ona dair de başka zamanlarda karalamayı düşündüğüm birikmiş tespitler mevcuttur. Dolayısıyla siyasi partiler dışındaki sivil toplum unsurları da toplumsal muhalefete dahildir demekteyim. Ancak sivil toplum örgütleri, belirli bir konuda, sahada; sınıf, kimlik ya da çeşitli sosyal, ekonomik talepler etrafında faaliyet gösterirler. Temsil ettiklerini varsaydıkları çıkar çevresinin lehine düzenlemeleri hayata geçirmeyi amaçlarlar ve dünyanın birçok yerinde de iktidarla karşı karşıya gelerek, ona rağmen bunu gerçekleştirirler. Bu haliyle de Türkiye’de kendisini siyasal parti olarak kurmuş, ancak en fazla küçük ve yerel birer sivil toplum kuruluşu olabilecek kapasitede yapılar mevcut. Haliyle, bu tür yapıların da muhalefeti siyasetsizleştirmede etkisi azımsanmayacak kadar yüksektir. Peki, bu parti kurmak sınırlansın mı demek? Hayır. Konu, çok partili sistem içerisindeki çokluğun, biçare bir enflasyon anlamına gelmediğinin idrak edilmesi gerektiğidir. Bu da yine haleflik ve haricilik sarkacında ikincisi lehine açık ya da zımni bir tercihi göstermektedir.
Peşinen, bu noktaya seçim sonuçlarından gelmediğimi söyleyeyim. Malum olduğu üzere, hele de halk oyuyla devlet başkanı seçilen bir sistemde, beraberlik diye bir sonuç olamayacağına göre partiler ve adaylar açısından zafer ve yenilgi dışında bir ihtimal yoktur. Yani muhalefet yenilebilir de. İlginç olan, muhalefetin seçim öncesinde ve sonrasında tercih ettiği siyasetin marjinalleşmesindedir. Daha ötesinde, toplumun teveccühünü kazanmak amacıyla yapılanlar, söylenenler veya tercih edilen personaların marjinalliğinin kayıtsız ve şartsız normal addedilmesidir. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hiç sofistike olamayacak ve kaybetmeye mahkum bir dost-düşman ayrımının, bu minvalde veri kabul edilmesidir. Yani birtakım normatif değerlerin, hakikat yerine konulmasıdır. Apaçık, muvazaa yoluyla kurulmuş, deve kuşu misali bir ilişki ağının toplum tarafından görülmediğine ve bilinmediğine inanmakta ısrar etmektir, ilginç olan şey.
Hülasa, yukarıda bahsettiğim ve muhalefetin haleflikle haricilik arasında, ikincisine yöneldiğine dair tespitim nereden kaynaklanıyor? Şöyle ki, siyasetin devrimci bir tarafı olabilir hatta uzun erimli toplumsal devinimi sürdürmek için olmalıdır da. Kaldı ki bu devrimci görüşler, sol ya da sağ, dinî ya da seküler formüllere ve çözümlere sahip olabilirler. Ancak devrimci bir siyasetin yasal-siyasi zeminle pek işi olmaz. Yani devrimci partiler, yasal zeminde faaliyet gösteriyorlarsa da seçim yoluyla iktidara gelmek beklentisinde olmazlar. Bu zemin ancak onların varlığının devlet ve toplum nezdindeki meşruiyetlerinin kısmi bir tahkimini sağlayabilir. Devrime hazırlanırken tamamen yeraltına çekilmeden üstyapı içerisindeki ağlarını genişletmelerini kolaylaştırabilir. Hatta bu hedefin kendileri açısından bile ütopik olduğu bilinerek en azından bir çıkar grubu olarak var kalmayı hedefleyebilir; toplumun olması gerektiğini düşündükleri biçime belki bir adım daha yakın olabilmesi adına asgari kazanımlar elde etmesine, o tahayyülün kapsamında küçük de olsa değişiklikler yapılmasına uğraşırlar. Günümüzde kimlik taleplerinin yasal siyasi zemin sınırlarını aşan arayışları da benzeri mekanizmalarla karşılanmaya çalışılır. Dolayısıyla hariciliklerinin farkında olan hariciler olabilir. Haricilik, iyi ya da kötü bir çoğunluk karşısında, azınlık olma hali bilindiğinde bir hayatta kalma biçimi olarak kabul edilebilir.
Görünen o ki 14-28 Mayıs Seçimleri’nin öncesi ve sonrasında olan biten, daha doğrusu hazin tablo, aslında aritmetik odaklı bir sistemde, sayı bakımdan toplumun yarısını oluşturan muhalefet çokluğunun, adım adım kültür, değerler ve söylem alanlarında medyandan, genel ortalamadan uzaklaşarak kendisini marjinalleştirmesine ve azınlık sıfatını benimsemesine doğru giden bir yola çıkmaktadır. Haricî unsurların bu kadar baskın çıktığı ve son kertede belirleyici siyasal tercihlere yön verdiği düşünüldüğünde, muhaliflik, artık kendi hilafına varlığını sürdüren, pratikte haleflik iddiasından vazgeçmiş görüntüsü vermektedir. Hem iktidarı hem de kendi paydaşlarını tekfir etmekten imtina etmemesi de sanıyorum bu sebeptendir.
Muhalefet adına, ya bizdensin ya onlardan şiarıyla girişilen sözde bir genel siyaset, halihazırda, en başında muhalif ithamın varsaydığı “onlar”a dönüşmektir; bu surette her farklı yaklaşımı, stratejiyi ve aktörü halen hunharca tekfir edebiliyor olmak da en hafif tabirle acınası bir zihinsel sürecin, boyanıp tekrar satılması adına gösterilmiş en büyük marifettir. Dolayısıyla “onlar” şeklinde kavranan iktidar ve çevresi ezberi, ne ona ait geçmişin; ne de sahip olduğu bugünün anlaşılamadığına, sadece zannedildiğine delalettir. Muhalefet açısından, büyük mağlubiyetin ertesinde gidiliyor olan yerel seçim dinamiklerinin hatta anayasa tartışmalarının dahi bu devekuşu kabareyi henüz sonlandıramayacağını, bizzat onun en büyük partisinin kurultay süreci fragmanı üzerinden yapılacak basit bir “geriçıkarım” yoluyla anlayabiliriz.
Son olarak, belki ikinci bir yazının da hazırlığı kabilinden bitirmek isterim. Yukarıda bahsettiğim, muhalifliğin içine düştüğü hazin ama somut durumla kastedilen mevzu şuydu: Muhalefet, başta tariflediğim, çevresiyle ilişkisi temelinde, hilafında olduğunu söylediği ve kesinlikle ilk elde değiştireceğini vadettiği, sözde “otoriter”, “çoğunlukçu”, “hukuksuz”, “baskıcı” vb. sisteme dair evrensel etiketli eleştirel sıfatları, bizzat kendisi defaatle icra ederek meşru ve makul siyaset imkanlarını kapatmayı, otomatik bir mekanizmaya çevirmiş durumdadır. Bu halde de “demokratik”, “çoğulcu”, “yasal-meşru”, “özgürlükçü” vb. sıfatlar, seçmenin icra edilebileceğine ikna olmadığı, hatta belki de gerekli bulmadığı birtakım kuruntular şeklinde kodlanmış durumdadır. Yani kısaca, herhangi bir azınlığı veya unsuru kapsamak yerine, kendi çoğunluğunu bütünüyle bir azınlığa tahvil ederek seçmen çoğunluğunun oyunu almayı tahayyül etmek, sanıyorum muhalefetin bir tür çatı ya da kitle partisi etrafında birleşip çoğunluğu kazanabilmesi adına seçilmiş/seçilebilecek en absürt stratejidir. Haliyle söz konusu stratejinin tek ve en büyük başarısı, çizdiği yolu matah, makbul ve mübah gösterme cüretinden bir an bile vazgeçmemiş oluşudur.
[1] Sanıyorum Haricilikle kastettiğim şeye dair de TDV İslam Ansiklopedisi’ne başvurarak kısa bir özet yapmalıyım. Haricilik mezhebi, tarih sahnesinde Sıffin Savaşı ve hakem olayı neticesindeki muhakkime yani tahkimi reddedenlerden zaman içinde neşet etmiştir. Savaş sırasında Ali’nin ordusuna karşı yenilmek üzere olan Muaviye’nin ordusu mızraklarının ucuna Mushaf takar ve karşıdaki askerleri ateşkese zorlarlar. Takılan Mushafları gören askerler de Ali’ye savaşı durdurması ve Kur’an’ın hakemliğini kabul etmesi konusunda baskı yapar ve askerî zafere çok yakın durumu ortadan kaldırırlar. Ancak bu sefer de hakem tayinini beğenmeyip (yani Kur’an’ın hakem olmasını isterken insanların hakem olmasını) bir noktada pişman olmuş ve bu sefer de Ali’yi hakem anlaşmasını bozması konusunda zorlamışlardır. Bu da olmayınca Ali’nin ordusundan ayrılıp devamında Kufe’yi de terk etmişlerdir.
Genellikle bedevi kökenden gelen, iman ve ibadeti; günah ve küfrü bir gören katı bir anlayışa sahiptirler. İslam tarihinde isyan ve anarşiyle anılırlar. İz bırakmakla birlikte sayı, ekol ve yaygınlık bakımından fazlasıyla marjinal kalmış bir gruptur. Kendileri dair herkesi kolayca tekfir yani kafir ilan etmeleriyle bilinirler. İslam tarihinde dinî olmaktan çok, siyasi bir mezhep olarak ele alınırlar. Bu da inanmanın ve bilmenin birbirine karıştığı bir durumu yine bize anlatmaktadır.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.