9:35 am Felsefe, Siyaset, Sosyoloji, Yonca Gökalp

Postmodern Totalitarizm Hayaleti

Yonca Gökalp günümüzde işçi sınıfının nasıl görünmezliğe itildiğini ve emeğin suç ile eşdeğer hale getirildiğini; sanal gerçeklik ve siber-uzayın toplumsal etkileşimler üzerindeki etkilerini inceleyerek bu dönüşümün ideolojik ve toplumsal yapıyı nasıl yeniden şekillendirdiğini yazdı:

Günümüzde, tüm olumsuzlukları ve dehşetine rağmen, kıymetli bir şeyin dağılmayla birlikte kaybedildiği tespit edilebilir. Çağdaş ideolojik algıda çalışmanın kendisi (sembolik etkinlik değil, kol emeği) kamu gözünden saklanması gereken, “müstehcen bir etkinlik alanı” haline gelmiştir.[1] İşçi sınıfının varlığı, Endonezya’dan Çin gulagları ya da Brezilya montaj hatlarına kadar, üçüncü dünya fabrikalarındaki milyonlarca insanın görünmezliği haline evrilmiştir. Batı, yeraltına itilen, kaybolan işçi sınıfı hakkında sessizliğini korumaktadır. Burada önemli olan, emeğin suç ile eşitlenmesidir: İdeolojik pratik öyle düzenlenir ki emek ve çalışma, kamunun gözünden gizlenmesi gereken ahlaksız bir suç etkinliğidir.*

Bugün üretici güçlerde çetin bir devrimin ortasındayız. Siber-uzam ve sanal gerçeklikle ilgili asıl soru, gerçeklik deneyimimize ne olacaktan ziyade, sanal etkileşim öznelerarasılığı nasıl etkileyecek olmalıdır. Bu dönüşüm dar anlamda sadece üretim ilişkilerini değil, toplumsal varlığımızı, etkileşim pratiğimizi ve ideolojik deneyimimizi yeniden şekillendirmektedir. Zizek’e göre oluşan yeniyi -post-endüstriyel toplum, enformasyon toplumu, post-ideolojik toplum- nitelemek için kullanılan kavramlar hakiki kavramlar olamamışlardır. Totalitarizm nosyonu gibi bunlar da adlandırıldıkları tarihsel gerçekliği düşünmemizi koşullandırmak yerine, bizleri düşünme tasasından kurtarırlar hatta aktif olarak engellerler.[2]

İşçi sınıfının kayboluş çağında, proleteri nerede aramalıyız sorusuna Zizek, Marksçı proleter kavramının, Hegel’in klasik efendi-köle diyalektiğini nasıl tersine çevirdiğine odaklanarak cevap verir. Tinin Görüngübilimi’nde Hegel, geleceğin efendi ve kölesi arasındaki mücadele içinde efendinin, özgürlüğüne kavuşmak için yaşamı dahil her şeyini feda edebileceğini söylemektedir. Köle ise doğrudan efendisine değil, nihai olarak onu çevreleyen nesnel-somut dünyaya, bu koşullar altında şekillenen kendi yaşamına bağımlıdır.[3] Alexander Kojeve de efendi-köle diyalektiğini, Marx’ın sınıf mücadelesinin erken bir şekillenmesi olarak okur: Proleter, sınıf mücadelesinde her şeyini feda etmeye hazırdır zira tüm köklerinden arındırılmış saf (zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan) öznedir. Kapitalistin ise sermaye varlığıyla kaybedecek çok şeyi vardır, sahip olduklarına bağımlılığıyla hakiki köle odur. Proleter ve kapitalist arasındaki karşıtlıkta, Marx’a göre öznenin tözsüz, saf öznelliğe sahip olan proleterdir. Dolayısıyla, günümüzün proleterleri; “köksüz var oluşa indirgenmiş, tüm somut bağlarından arındırılmış öznelerin bulunduğu yerde”dir.[4]

Totaliter ideolojilerin işlev görmesinde, şekilsizleşme (anamorphosis) ve yüceltme arasındaki karşılıklı bağıntı oldukça işlevseldir. Gerçeklikte nesne dizileri bir boşluk etrafında yapılanır. Tutarlı bir gerçeklik yapısı elde edebilmek için gerçekliğin unsurlarından bir tanesi, merkezdeki boşluğu –objet peti a– dolduracak şekilde yerinden edilmelidir. Zizek’in İdeolojinin Yüce Nesnesi* adını verdiği, şey mertebesine yükseltilmiş nesne, eş zamanlı olarak şekilsiz nesnedir. Doğrudan bakışla Yahudi, ulusal veya etnik gruplar dizisinden biri ama aynı zamanda etrafında toplumsalın inşa edildiği boşluğu (merkezî antagonizma) dolduran “yüce nesne”dir. Antisemitizmde Yahudi karşıtlığı toplum olmaklığı bir arada tutarak işlevselliği sağlar. Bu anlamda şekilsizleşme, maddi gerçekliği öylesine çarpıtılmış bir nesneyi anlatır ki bakış, onun nesnel özellikleri için nakşolmuştur. Grotesk bir biçimde çarpıtılmış ve ölçeği küçültülmüş bir yüz tutarlılık kazanır, bulanık bir leke ona belli bir (çarpık) bakış açısından bakılırsa net bir kendilik halini alacaktır. Bu, ideolojinin en özlü tanımıdır. Toplumsal gerçeklik kafa karıştırıcı ve kaotik görünebilir ama söz gelimi buna, Yahudi karşıtlığı bakış açısından bakarsak her şey netleşir, sınırlar belirginleşir.[5] Şekilsizleşme nesnel gerçeklik ve onun çarpıtılmış öznel algısı arasındaki ayrımı göz ardı eder. Böylelikle öznel çarpıtma nesneye geri yansıtılır ve bakışın kendisi öznel bir varoluş kazanır.

Zizek’e göre, şekilsizleşmiş nesne olarak objet peti a nosyonu, maddi olmayan ideal uzamın ortaya çıkışına ilişkin, keskin bir materyalist yaklaşım ortaya koymamızı sağlar.[6]Objet peti a ancak çarpıtılması suretiyle, kısmi bir perspektiften bakıldığında varlık kazanabilir. Ona doğrudan bakılırsa hiçbir şey görülmez. İdeallik uzamı tam da böyle çarpıtılmış bir uzamdır. İdealar kendi içlerinde değil, çarpıtılmış yansımaları sebebiyle varlıklarını önceden farz ettiğimiz kendilikler olarak var olabilirler. Maddi dünyada hakiki ideaların yalnızca çarpıtılmış öğelerine sahip olabileceğimizi savunan Platon haklıdır.* Düşünürün buna eklediği; ideanın kendisinin, çarpıtmanın arkasında orijinal bir şey bulunması gerektiğini varsaymamıza yol açacak bir algı yanılsaması olduğudur. Söz konusu ilksel boşluk, yalnızca özgül bir nesnede vücut bulduğunda işlev görebilir. Psikanalizde arzudaki aralığı açık tutan bu nesnedir.[7]

Arzunun nedeninden yoksun bırakılmış nesne ile tanımladığımız melankolinin tersine, postseküler duruş, arzu ve arzu nesneleri arasındaki aralığı tekrar ortaya koyar. Burada karşımıza “mesihî ötekilik özlemi” çıkar ki verili bütün nesnelere aşkın, varolan hiçbir kendiliğe tercüme edilemeyen ısrarcı bir hayalet gibidir. Postseküler düşünce, modernist eleştirinin onto-teolojisinin temellerini; Tanrı’nın yüce varlık olduğu nosyonu ve benzeri şeyleri çürüttüğünü teslim eder. Ancak çağdaş yapısöküm bize kalbinde Tanrı’nın durduğu dinsel matris yerine, onu var kılan Tanrı figüründen arındırılmış matrisin kendisini vermektedir. Aynı konfigürasyon bugün, Marksist otantik tini yeniden gündeme getirmek, küllerin içinden mesihî özgürleşim vaadini çekip almak için onun yazılı halini (Marx’ın geleneksel ontolojisinin izlerini taşıyan tikel analizleri ve ortaya koyduğu devrimci yolu) geride bırakarak yapılır.[8]

Totalitarizm basitçe toplumsal yaşamı toptan kontrol eden politik bir güç değil, mesihî ötekilikle belli bir politik failin kısa devre yapmasıdır. “Gelecek olmak”* demokrasinin içte yatan çekirdeği, demokrasiyi demokrasi yapan şeydir. Demokrasinin artık gelecek olmadığı ama yürürlükteymiş gibi yaptığı ve eksiksiz gerçekleştiği an, totalitarizm evrenine girilir.

Zizek’e göre, Batılı müdahillerden Mandela’ya kadar pek çok politik figürün yanılsamasının, kabile şiddetindeki etnik özdeşleşmenin kolayca askıya alınıp evrensel kozmopolit yurttaşlık fikrinin doğrudan dayatılabileceğidir.[9] Bosna’dan Kenya ve Irak’a kadar deneyimler göstermiştir ki, bu çözüm işe yaramamaktadır. Ortaya çıkan katastrofik sonuçlar, temel politik opsiyonların etnik farklar tarafından üst belirlenmesi olmaktadır. Belli bir politik yönelim, belli bir etnik cemaatin üyeleri ile özdeşleşmektedir. O halde problem Batı’nın ne yapması gerektiği ya da yaptığı değil, belki de ne yapmaması gerektiği ile ilgilidir.[10]

Postmodern radikal politika bugün kaybolan işçi sınıfı ve bununla gelen uzlaşmaz sınıf karşıtlığının giderek devre dışı kaldığı tezini kabul eder. Savunucularının söyledikleri gibi sınıf karşıtlığı, diğer tüm karşıtlıkların indirgenerek ifade edildiği nihai yorumsamacı referans noktası olarak “özcüleştirilmemelidir”. Günümüzde yeni politik öznelerin (sınıfsal, etnik, cinsel, feminist, dinsel vb.) güç bulduklarına, aralarında olumsal hegemonik mücadelenin doğurduğu ittifakların oluştuğuna tanıklık etmekteyiz. Ancak yaşam tarzlarının çeşitliliğinin çok kültürlü kutsanması konusunda Badiou ve Jameson’a kadar farklı filozofların ifade ettikleri gibi; güçlenen farklılıklar altta yatan tekliğe, farkın, uzlaşmaz karşıt aralığın radikal yıkımına dayanmaktadır.[11] Aynı şey yapısöküme tabi tutulması gereken “ikili karşıtlık” olarak standart postmodern cinsiyet eleştirisi için de geçerlidir. “Yalnızca iki cinsiyet değil ama bir cinsiyetler, cinsel kimlikler çokluğu vardır” savı, ifade edilen çokluğu unisex kavramında düzler. Tüm bu vakalarda güçlenen çokluğu devreye soktuğumuz an, ifade etmek istediğimiz tam tersi, altta yatan her şeyi kapsayan aynılıktır. Toplumsal bünyeyi etkileyen “radikal antagonistik aralık nosyonu” yerle bir edilmiştir: Karşıtlıksız toplum, içinde tüm kültürel cemaatler, yaşam tarzları, dinler ve cinsel yönelimler çokluğunun rahatça yer bulacağı adeta küresel bir konteynerdir.

Karşıtlıkların neden bir ikili içermek zorunda olduğu, farklılıkların çoğullaşmasının neden altta yatan Bir’in yeniden ileri sürülmesi anlamına geldiğine dair felsefi gerekçe Hegel tarafından vurgulanır: Özgül fark nihai olarak cinsin kendisi ve onun anılan türleri arasındaki farktır. Şu halde diyalektik analizde çoğul türler görünümü olsa da daima doğrudan söz konusu türe vücut veren istisnai cins aranmalıdır. Hakiki fark, bu tür ve diğer hepsi arasındaki imkânsız farktır. Bu noktada Laclau, Hegel’e yakın durur: Onun hegemonya nosyonunun doğasında, özgül unsurlar (gösterenler) arasında bir tanesinin bizzat imkânsız evrenselliğin boş gösterenini renklendirmesi fikri vardır.[12] Antagonistik ikili yerini amansız güçlenen çokluğa bıraktığında, bu yolla yerle bir edilen aralık; toplum içindeki farklı içerikler arasındaki aralık değil, evrensel toplumsal nosyonunu etkileyen toplumsal ve toplumsal olmayan arasındaki antagonistik aralıktır.

Bu aynılık evreninde politik farkın ürettiği benzeşim biçimi iki parti sistemi; temel olarak “olmayan seçme şansı” benzeşimidir.* Batı toplumlarında ana akım işçi sınıfından geriye kalan ne ise ona hitap eden, harekete geçirmeye gayret eden sağ seçenek iken çok kültürcü hoşgörü ayrıcalıklı yeni sembolik sınıfların (gazeteciler, akademisyenler, yöneticiler) sloganı haline gelmiştir.

Psikanalize gelince, sayısız politik-ideolojik fenomene, onları ayakta tutan gizli libidinal tasarrufu ön plana çıkartarak yeni bir ışık tutmak için kullanılabilir. Lacan’ın “Büyük Öteki yoktur.” sözü, nihai garantisi olmayan toplumsal sembolik düzendeki tutarsızlığa vurgu yapar: Demokrasi iktidar mabedindeki bu eksikliğin tamamlanma yoludur. Demokrasi, hiçbir ampirik failin iktidarın boş mekânına doğal olarak uymadığını öne sürerek sembolik olan -iktidarın boş mekânı- ile gerçek olan -bu mekânı işgal eden fail- arasındaki boşluğu kabul etmektedir.[13] Diğer sistemler eksiktir lakin demokrasi, eksikliğin kendisini bir ilke düzeyine yükseltmekte ve olağan dalgalanmaları seçimler şeklinde kurumsallaştırmaktadır. Kısacası Lacancı “üstü çizilmiş öteki” demokrasinin gösterenidir. Demokrasi kusurun kendisini bir kavrama dönüştürür. Tüm tikel köklerinden ve belirlenimlerinden keskin bir soyutlamayla doğan demokratik öznenin, haz almaya yabancı ve haz almayla bağdaşmayan Lacancı üstü çizili özne olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Mekân boş ve insanlar kanunlara saygılıysa, herkes kendi gelenek ve değerlerini bu mekâna taşıyabilir. Gelgelelim demokrasi boş kaldıkça haz çölü o kadar çoğalmakta, belirli öğelerde haz daha fazla yoğunlaşmaktadır. Gösteren bağını yitirdikçe demokrasi kendisini kanunun, eşitlikçi demokrasinin, küreselleşen piyasanın saf biçimi içine daha fazla yüklemektedir. Tutku kendisini çoğalttıkça nefret pekişmekte, köktencilik katlanmakta, katliamlar ve felaketler vuku bulmaktadır. Burada ulaştığımız sonuç, birbirine sıkı sıkıya bağlı olan demokratik boş mekân ve totaliter doluluk söyleminin, aynı madalyonun iki yüzü olduğudur. Zizekyan felsefede öteki nahoş tamamlayıcıdan kaçınarak radikal bir demokrasiyi savunmak anlamsızdır. Oldukça iddialı bir çıkışla belirtmek istediğimiz; başarısızlığın nedeni olan jouisssance‘a köktenci bağlanışın, çağdaş demokrasinin öbür yüzü, fantazmik tamamlayıcısı olduğudur.


[1] Bkz., A.g.e., s. 127.

* Söz konusu post modern kölelik durumu işçi ile kara kıta zencisini “görünmezlik/ görmezden gelme” anlamında eşitler. Vicdan azabını kaldıramayan, suçu ile yüzleşemeyen insanlık O’nları adeta yok saymaktadır. Çağcıl iki süper güç ABD ve Çin, giderek sermaye ve emek ilişkisi anlamında iç içe girmektedirler. ABD, yönetsel planlama, bankacılık, finans, hizmet üretimi ve benzeri işlerin ülkesiyken onun kaybolan işçi sınıfı, oyuncaktan elektronik donanıma kadar Amerikan mallarının büyük oranda ve kapitalist sömürü için ideal koşullar altında (grev yok, işgücü için hareket kabiliyeti sınırlı, ücretler düşük) üretildiği Çin’de yeniden belirmektedir. Zizek’in tanımıyla basitçe antagonistik olmanın ötesinde derin biçimde sembiyotik. Tarihin ironisi şu ki, Çin işçi sınıfı devleti sıfatını tamamen hak ediyor: Çin Amerikan sermayesi için var olan işçi sınıfı devletidir. Bugün, kolektif maddi emek sürecine katılımın otantik cemaat ve dayanışma duygusu ortadan kaldırılmış, köksüzlük hedonist tüketime ve metafiziğe havale edilmiştir.

[2] Bkz., Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Parti İntihar Ettiği Zaman içinde, Çev:Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003, s.129.

[3] İlgili konu için bkz., G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, Felsefe Dizisi İdea Yayınevi, İstanbul, 2014.

[4] Bkz., Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Parti İntihar Ettiği Zaman içinde, Çev:Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003, s.131.

*  Yüce niteliğini anlayabilmek için ona paralaks yani yamuk/çarpık bakmamız gerekir, doğrudan bakışla dizi içindeki sıradan bir nesne gibi görülecektir.

[5] Bkz., Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Parti İntihar Ettiği Zaman içinde, Çev:Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003. 141.

[6] Bkz., A.g.e., s. 142.

* İdealar kuramıfelsefede önemli bir prensip olarak  Platon tarafından ortaya atılmış ve episteme anlayışından doğmuştur. Gerçek bilginin temelinin ancak idealar dünyâsında bulunabileceği temeline dayanır. Platon bunu mağara örneğiyle açıklar: Bir mağaranın girişinde durup arkası güneşe dönük olan kişi, güneşi hiç görmemiştir. Yalnızca önündeki mağara duvarına yansıyan kendi gölgesini görmektedir. Bu kişi duvardaki gölge ve ışığı gerçekliğin kendisi zanneder. Oysa gerçek Güneş ve kendi bedenidir. dealar kuramı her ne kadar da en genel anlamda zihinde oluşan ve belirli anlayış formlarına dönüşen, bugün ‘duyumsanamaz’ görüşünü koruyan algılamalar dizisi olsa da idealar daha çok basitçe, yaşantımızın, bellekteki akışının kendimiz tarafından ve tarafımızdan olmayan bir dizi denetim mekanizmalarının oluşturduğu bir çeşit sayısal kolajlar dizisidir; bir başka deyişle; zihin, belleğe kaydolan verileri saklar ve biz bellek bölümünün gücüne ve seçiciliğine bağlı kalarak istencimiz veya beklentilerimiz ekseninde kimi veriler – yeni benzer veya olmayan bilgiler – oluştururuz. Zihinde doğan bu yeni bilgi bütünü, sonrasında dış dünya (nesneler dünyası) ile tutarlılıklarını ilişkilendirir. Ortaya çıkan bu düşünsel bütün, fiziksel ortam ile- zaman, onun içindeki gerçeklik, görelilik ve en önemlisi belleği ikna ediciliği ki bu, aynı zamanda fiziksel olana aykırı gelmemesi anlamı taşır- kendisini söz konusu gerçeklikte benimseten yeni bakış açısına verilen kuramın ‘soyut’ sistemlenen bilgiler dizisidir. Eflâtun’un Herakleitos‘çu öğretiden alarak idealar kuramına taşıdığı “Evren‘de değişmeyen ve aynı kalan hiçbir şey yoktur, her şey akar” mantığından çıkarımla, “mâdem ki Evren’de değişmeyen hiçbir şey yoktur, o hâlde, gelip geçici bilgilerin (göreceli/relatif gerçeklerin) değişmez ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan asılları olması gereken gerçek bilgiler, (idealar) bu Evren’in dışında bir yerlerde olmalıdır” sonucuna varmıştır. Eflatun, bu düşünceleri ile felsefeye çok önemli boyutlar getirmiştir.

[7]Negatif Büyüklük Nosyonu: Söz konusu nosyonu anlamak Hıristiyan devrimindeki değişen matrisi anlamak açısından da zorunludur. Hıristiyanlık öncesi dinler erdem düzleminde dururlar, zamansal ve sonlu nesnelerin yetersizliğine vurgu yaparlar ya zevkler konusunda itidal öğütlerler ya da kendi başına sonsuz saadet sağlayan kutsal nesne adına zamansal gerçeklikten el etek çekmeyi. Bunun karşısına Hıristiyanlık ise İsa’yı ölümlü-zamansal bir nesne olarak sunar ve ebedi hakikate, selamete giden tek yolun zamansal dirilme olayına inanmak olduğunda ısrarcıdır.

[8] Bkz., Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Parti İntihar Ettiği Zaman içinde, Çev:Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003, s.147.

*Antigone’nin tüm toplumsal yapıyı yıkan Şey’in ötekiliğine kayıtsız şartsız sadakati örneklediği söylenebilir. Onun ısrarı, polis’in öznelerarası ortaklaşalığını düzenleyen bakış açısından gerçekte şeytani, çılgınca ve yıkıcıdır. Başka bir ifadeyle Antigone, ebediyen gelecek olan yapısökümcü mesihi vaad nosyonu bakımından proto-totaliter bir figürdür.

[9] Bkz., A.g.e., s. 214.

[10] 2000’li yıllarda, Yugoslav krizine Batılı erteleme tavrının ve tepkinin kasvet veren sonucu; orta Balkanlarda büyük bir bölgede hukuk egemenliğinin geniş ölçüde askıya alınması, politik iktidarın açıkça organize suçlarla bağlantıları, kaçakçılığın doğrudan devlet eliyle örgütlenmesi, cinayetin politik bir silah olarak hoş görülmesi olmuştur. Kısacası bölge politik haydutluğun doğrudan yönetimi altına girmiştir. Bkz., Slavoj Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Parti İntihar Ettiği Zaman içinde, Çev: Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003, s.215.

[11] A. Badiou Deleuze’ de (Paris: PUF 1998) Deleuze’un aynı anda hem rizomatik çokluğun güçlenmesinin filozofu hem de modern felsefenin en radikal tekçisi, aynılığın tüm farkları kaplayan Bir’in baş filozofu olduğunu vurgulaması Zizek açısından şiddetle onaylanır. Ek olarak Zizek, salt yazdıklarının içeriği düzleminde değil, biçimsel olarak da Deleuze’un stilini felsefi sistemlerden edebiyat ve sinemaya kadar analiz ettiği tüm fenomenlerde aynı nosyonal kalıbı obsesif biçimde ileri sürmesinin karakterize ettiğini ekler.

[12] Detaylı bilgi için bkz., Ernesto Laclau, Emancipations, Londra ve New York: Verso 1996.

* ” …Çoğu asansörde “kapıyı kapat” düğmesi tamamen işlevsiz bir plasebodur ama bireylere bir şekilde olaya dahil olduklarını, asansörün hızına katkıda bulundukları izlenimini verir. Bu düğmeye bastığımız zaman kapı çıkacağımız katın düğmesine basmamızla tam olarak aynı hızla kapanır. Kapıyı kapat düğmesine basmak süreci hızlandırmaz. Bu sahte katılıma dair aşırı vaka, bireylerin günümüz postmodern politik sürece katılımları için gayet uygun bir eğretilemedir.” İşlevsiz Plasebo Nosyonu, Olmayan Seçme Şansı Fenomeni. Bkz., S.Zizek, Biri Totalitarizm mi Dedi, Çev:Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003, s.221.

[13] Burada anılması gereken, kendi demokrasi tanımında Lacancı terimleri kullanan Claude Lefort‘tur.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:

Yonca Gökalp, “Postmodern Totalitarizm Hayaleti” https://www.fikirtepemedya.com/siyaset/postmodern-totalitarizm-hayaleti/ (Yayın Tarihi: 6 Ağustos 2024).

***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz:

Visited 38 times, 1 visit(s) today

Close