Seküler modernite çağında “teolojik olan” marjinalleştirilmiş olsa da intikam almak için geri dönmüş gözükmektedir. Teoloji, beşerî bilimlerin düzenini, siyaset bilimi, felsefe, tarih, edebiyat, psikanaliz ve özellikle eleştirel teori gibi söz konusu dönüşü hisseden disiplinlerle yeniden şekillenmektedir. Bu çarpıcı gelişmenin muhasebesini yapmanın birçok yolu olmakla birlikte, komünizmin çöküşü ve takip eden küresel hegemonya ile kapitalizmin sınırsız gelişimi öne çıkar. Bu gelişmenin etkileri öylesine sarsıcıdır ki bazıları onu salt bir ekonomik düzenin ve ideolojinin zaferi olarak değil, bizzat yaşamın kendisinin zaferi olarak kutlamış; tarihin nihai sonuna ulaştığı söylenmiştir. Lakin tam da insanlığın gelişimin zirveye ulaştığı söylenirken felsefecilerin, teologların, eleştirmenlerin hatta şairlerin kolektif bilincinde bir duygu belirir: Bir şeyler kaybedilmiş, unutulmuştur. İnsanlığın fark yaratan derinliği, maddi tüketim canavarı tarafından istila edilmiş, varlığın gizemli hakikatleri, umutları ve tarih, piyasa metası olarak satışa sunulmuştur. Bu yeni dünya düzeninin mantığı, incelikten yoksun, kolay zengin olmuş bir sınıfın –nouveau riche– derinlikten bihaber, gösterişçi mantığıdır.
Söz konusu “kapitalist nihilizmin” ilerleyişine cevaben düşünce edimi ileriye doğru bir yol, yeni bir umut ışığı bulmaya zorlandı. Kapitalist yağmaya karşı olan düşünürler, reel Marksizm’in yaşadığı hezimetin ardından, hümanist geleneğe başvurmayı sürdüremediler. Bu tam da teolojik olanın açılışıydı; kapitalizmin içe kapalı bir yapı olması nedeniyle ilahi olana giden kapı aralanmış oldu. Yine de bu düşünce geleneği teolojik olanı kolayca benimseyip eski direniş köklerini reddedemezdi; Marksist gelenek ölümünde bile, bürokratik-nihilist materyalizmi içkinliğinde alıkoyan bir hakikati sürdürmekteydi. Bu hakikat, insanlığın maddi olması hakikatidir; bu nedenle maddi dünya ruhani bir aşkınlığa doğru bir tür geri çekilme lehine kolaylıkla gözden çıkarılamayacaktır. İnsanlığın gelişmesi ve kapitalist decadence’a direniş meselesine dair yapılacak izahlar tümüyle maddi olmak zorundadır.
Modernite çağı gerçekte ne ise akla, saf ve özerk[1] bir akla ulaşabilmek için aklın mite, batıl inançlara ve teolojik olana karşı duruşunun tümüyle irrasyonel değilse de kusurlu olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır.[2] Orta Çağ aklı yeterince kullanma konusunda başarısız olduysa seküler modernite de aklı “çelişki noktasına kadar” kullandı denebilir. İçinde yaşadığımız çağda teolojik olana dönüş yeniden akıl ile mit arasında, iman ile inanç arasında, politik mücadele ile seküler baskın devlet arasında ve ilahi olanla insani olan arasında denge kurmaya yönelik acil bir kompansasyon çağrısı olabilir. Yine de akıl ile inanç arasında yeni bir denge kurma girişimi zorluğu kanıtlanmış bir iştir. Bir denge kurma sorunu, Hegel’in gösterdiği gibi her zaman bir dolayımlama, bir ilişki sorunudur.
Rasyonalistler açısından mekanik dünya görüşü bütünüyle gizemli, mucizevi ve şaşırtıcı olandan yoksundur; dünya olanca öngörülebilirliği içindedir. Bir fideist içinse dünya, her şeye söze dökülmeden açıklama getirildiği, anlamın tasarrufunun kelimeler kullanılmadan emniyete alındığı, dilsel olarak güvence altındaki bir yapı aracılığıyla dolayımlanır. Rasyonalist ateist ve irrasyonalist fideist arasındaki ilginç ortaklık, kendi dilsel yapıları ve rasyonel söylemleri içinde açıklanamayacak hiçbir şeyin olmadığı düşüncesidir. Birbirlerine kesinlikle karşıt olmalarına rağmen çok daha temel bir noktada, aynı dilsel, kavramsal ve pratik ebediyet döngüsünü üreten mantıkla çalışırlar. Başka bir ifadeyle dilsel ufuk, her zaman varsayılan ancak sorgulanmayan transandantal a priori haline gelir. Bu, içsel olarak kendini referans alan bir yapı, kendi kendini dolayımlayan bir süreç olduğunu söylemenin başka bir biçimidir. Söylemlerin kalbinde bir kendini dolayımlama süreci olduğu müddetçe, bu düşünce yapıları gerçekten onulmaz bir biçimde idealisttir.
Modern düşünce ilk ortaya çıktığı andan itibaren, düşünce ve edim arasında yapılandırdığı ikiliğini borçlu olduğu, ele avuca sığmaz bir nihilizm kurmuştur. Kantçı metafizik eleştirisi özgürlüğe yer bırakmayıp mekanik bir evren algısına dayanan temel bir yabancılaşmayla sonuçlanmıştır. Kant insanı, Hegel ve Marx’ın çift tabiatlı diyebileceği hem özgürce ahlaki yasaya bağlı hem de her türlü değerden arınmış, insana karşı duran (yabancılaştıran) doğanın nesnel dünyası tarafından belirlenmiş bir pozisyonda bırakılmıştır. Bireysel özgürlük, herkesin meta olarak elde edebileceği nesnelerin kayıtsız evreni karşısında kısır bir soyutlamaya indirgenmiştir. Bu görüşe göre, tüm hakikat aklın sınırları içinde açığa çıkmaktadır. Açıkça şaşırtıcı olan teistik tutumun da böylesi bir indirgemeci görüşü benimsemesidir. Onlara göre, Tanrı olayların sonuçlarını henüz onlar gerçekleşmeden garanti altına alan mükemmel bir “deus ex machina”dır.[3] Buradaki Tanrı anlayışı, Lacancı psikanalizin “Büyük Öteki” dediği şeyle örtüşür; bir çeşit evrensel anlam garantörüdür. Dolayısıyla eldeki ideolojik mana şu olmaktadır: Eğer seküler akla dayanarak Tanrı’ya inanıyorsak paradoksal olarak imgesel düzene dışsal hiçbir şeye inanmak zorunda değilizdir. Böylece akıl tanrısına tapınma, tarihsel bir cemaat veya gelenek aracılığıyla gözler önüne serilen “dünyanın liturjisi” ile daha az ilgilenmekte, bu yeni Tanrı’nın nasıl aklın sınırları içinde öngörülebilen ve adaletsiz bir politik düzenin varlığı sürdürmeyi haklı çıkaran bir şey olduğuyla daha çok ilgilenmektedir. Son tahlilde fi-de-ist Tanrı, kaçınılmaz olarak inancı çözmekte ve rahatlamamıza izin vermektedir.[4]
Hal böyleyken ilk elden bilgiyle inancın birbirinden nasıl koparıldığını göstermek mümkündür ki bu da Zizek’in temel hareketi, ideolojinin esas matrisidir. Klasik Marksist görüşe göre, gerçeklik ve onun nasıl göründüğü ya da bu gerçekliğe inanmayı nasıl öğrendiğimiz birbirinden ayrıştırılmıştır. Tam da bu boşluk, toplumsal statükonun sorgulanmadan üretilmesine yardım eden şeydir. Diğer bir deyişle, Tanrı vardır türünden bilgilere ulaşma yolunun kendisi, bu iddianın elde edildiği asli süreçten saklanır. Akıl yürütmenin bu gizemli sürecinin tanımlanması bizzat ideoloji kavramının anlamıdır.
Bu noktada Zizek’in Marksist ideoloji nosyonuna dönüşü anlamlıdır ve şu ilave görüşü ekler: İnsanlar olarak bizler, kapitalist evrende tarafımıza sunulan gerçekliğin sahte olduğunun farkındayızdır ancak yine de ona uymayı sürdürürüz: Çünkü artık şeylerin dolayımsız görünüşünün ötesinde hiçbir şeye inanmayız. Sonuç olarak modern teistik Tanrı, manevi bağlamda olduğu haliyle dünyayı değiştirmek şöyle dursun, ona herhangi bir şekilde dokunan bir varlık bile değildir. Modernitenin akılcı yanının olanca kıymetine karşın, aklı kendi eleştiri süzgecinden geçirememesi, her iki tarafın aynı öncüllerin ideolojik -yanlış- yorumlarının bir egzersizini yaptığını imlemektedir. Aklın “Aşil topuğu” her şeyden önce kendisine karşı konumlandırılamamasıdır çünkü eğer aklı kendisine doğru bükersek akıl panikleyecektir.[5] [6] Önünde sonunda ateistin ve seküler teistin akıl ve onun işleyişine dair temel matrisleri neredeyse birbirinin aynı kalır ve kurulu düzeni sarsan bir direniş teolojisi kavramsallaştırmak bir yana, söz konusu yapay tartışma sadece onu yeniden üretip ebedileştirmeyi sağlamaktadır. Burada Zizek, aklın farklı kavramlar arasında nasıl bağlantılar kurup ayrım yaptığıyla alakadar olmaz, ancak daha da önemlisi, aklın kendi temellerini sorgular ve küresel kapitalizme direnecek bir teolojinin sahneye çıkmasına yardımcı olur. Esasen Zizek, Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanma aklını kapitalizme bağlayan çalışması Aydınlanmanın Diyalektiği’ni radikalleştirir ve kültür endüstrisi eleştirisinin bir adım ötesine geçer. Aklın ne olduğu, nasıl işlediği ve sınırlarının ne olduğuna dair basit fakat yıkıcı sorular sorar. İfade ettiğimiz sorular, toplumsal bağlarımızın altını oyan (daha doğrusu sahtelerini yaratan) Kantçı bireyselliğin köleci vesayetinden feragat uğrağında sormak zorunda olduğumuz sorulardır.
Modernitenin bilimsel söylem hegemonyası ve kapitalizm açısından altüst edici etkisinin ana çerçevesini en doğru olarak psikanaliz açıklayabilmektedir. Geç modernitenin zorunlu öbür yüzü “anlam krizi”, hakikat ile anlam arasındaki bağlantının hatta özdeşliğin dağılmasıdır. Avrupa modernleşmesinin yüzyıllara yayılmış olması sebebiyle toplumların Kulturarbeit (kültür çalışması) ile yeni toplumsal anlatılar ve mitler oluşturup bu kırılmanın parçaları arasında uyum sağlayarak altüst edici etkiyi yumuşatma zamanları olmuştur. Oysa Müslüman toplumların bazıları, söz konusu etkiye koruyucu bir perde veya zamansal bir gecikme olmaksızın doğrudan maruz kalmışlardır. Dolayısıyla sembolik evrenleri çok daha derinden ve acımasızca sarsılmış, yeni bir denge kurmaya zaman kalmaksızın (sembolik) temellerini yitirmişlerdir. Bu toplumlardan bazıları için topyekün çöküşü engellemenin yegâne yolu köktencilik kalkanını yükseltmektir. Diğer bir deyişle, bu işlem psikotik bir şekilde ilahi Gerçek‘e ilişkin dolaysız kavrayış olarak dini yeniden öne sürer. Kutsal olanın bu şekilde dirilişi, kurbanlar talep eden süperegonun dönüşüne dek tüm dehşet verici sonuçlarını da beraberinde getirmiştir. Süperegonun yükselişi, postmodern (liberal) müsamahakârlıkla neo-fundamentalizmin paylaştığı önemli bir özelliktir. Onları ayıran, talep edilen zevkin yerleştiği alandır; modern bireyde müsamahakârlıkta, Tanrı’nınki köktenciliktedir.
Devrimci edimin mutlak radikalliği noktasından, kulağa tatsız ve çılgınca gelse de Hitler’in sorununun yeterince şiddetli olmadığı söylenebilir. Nazizm modern toplumsal alanın yapısını değiştirmeye cüret edememiş, bunun yerine yaratılmış bir dış düşmanı yok etmeye odaklanmıştır. Hitler’in, olanca yıkıcı sonuca rağmen, demir bir iradeyle yapmak istediklerinin peşinden gidecek bir cesarete sahip olduğunu iddia eden faşist ayartıya da karşı durulmalıdır. Mesele bunun etik olarak itici olması değil, aynı zamanda yanlış olmasıdır. Hitler değişim cesaretine sahip değildir: Onun tüm eylemleri tepkiseldir, hiçbir şey gerçekten değişmesin diye eylenmiştir. Açıkça kapitalist düzen hayatta kalabilsin diye sahnelediği bir devrim merasimidir. Hakikaten cüretkâr bir edim ortaya koymak istiyorsa insanın, idrakin ötesinde acıya yol açacak olan gayrimümkünü denemek cesareti olmalıdır.
Buna Sovyetler Birliği’nin Stalinist mecburi kolektifleştirme programı aday gösterilebilir. Lakin Stalinist devrimin de paradoksu, tüm zalimliğinde bile, toplumsal tözü değiştirmede yeterince radikal olmayışıdır. Basitçe Gerçek‘in hakikat lehine topyekün zorlaması şöyle dursun, Stalinist totaliterlik daha ziyade mutlak pragmatizme, gücü elde tutmak için tüm ilkelerin kurban edilmesi tavrına işaret etmektedir. Nazizm ise burjuva düzenini aksatmak bir yana, Almanların bu bataklığa batmalarına ve uyanışlarını ertelemelerine yol açan bir rüyadır. Hitler şiddeti, en dehşet verici halinde dahi fazlasıyla ontiktir. Bunun anlamı Nazi hareketinin gerçek anlamda, burjuva varlığının temel koordinatlarını sorgulama, onlarla yüzleşme ve onları parçalamadaki yetersizliği açığa çıkaran, kudretsiz bir passage a l’acte oluşudur.[7] Etik açıdan, kötü cesaretin cesaret olmadığında ısrar edilmelidir: Kötü cesaret daima bir tür korku barındırır. Nazilerin cesareti kendi toplumlarının can alıcı önemdeki özelliğini, kapitalist üretim ilişkilerine saldırmaya dair korkaklıklarıyla ayakta tutmuştur. Fundamentalist teröristlerin cesareti ise kendilerini, kendisinin araçları olarak algıladıkları bir Büyük Öteki‘ye dayanmaktadır. Bir edimin hakiki cesareti, Büyük Öteki‘nin var olmadığını kabul etme, mevcut düzene semptomatik düğüm noktasından saldırma cesaretidir.
[1] Bu Kant’ın akla ilişkin sürdürdüğü görüştür. Detaylı bilgi için bkz., E. Kant, Critique of Pure Reason, Çev. N. K. Smith, Newe York: St. Martin’s, 1965.
[2] Detaylı bilgi için bkz., George Lukacs, Reification and the Consciousness of the Praletariat, History and the Class Consciousness (Cambridge, MA: MIT Press, 1971), s. 182. Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, 2006.
[3] Latince Tanrının eli ve Hızır anlamında kullanılır. Beklenmedik bir anda yardıma gelen gücü anlatan terimdir. Sözcük anlamı ise “makineden Tanrı”dır.
[4] Zizek 2006 baharında Chicago’daki bir kilisenin ön tabelasında böylesi çağdaş bir teistik ideolojiyi mükemmelen özetleyen bir vecizeye tanık olmuştur: “Biz Tanrıya inanmıyoruz, biz Tanrıyı biliyoruz.”. Burada bilgi doxa’yı (inancı) gaspettiği ölçüde asıl inanç nosyonu tümüyle dini pratikten çıkarılır. Böylece paradoksal olarak inanç ve akıl arasındaki ikiliğin şartlarını kabul eden modern müminlere göre Tanrı bilinir ve bu nedenle de ona inanılması gerekli değildir.
[5] Tam olarak ifade edebilmek için açmalıyım ki, buradaki dayanak noktası, dinsel inancın tutarlılığı Tanrının varlığını gerektirirken seküler aklınkinin aynı Tanrının yokluğunu gerektirmesidir. İki taraf da diğerinin gerekliliklerine dayanamaz. Zizek’in dikkat çektiği gibi, tıkanıklık iki tarafın da inanmak değil sadece bilmek istemesidir. Konuyla ilgili detaylı tartışmalar için Joshua Delpech-Ramsey’e başvurulabilir.
[6] Hegel’in aklın hilesi dediği nosyon.
[7] Lacan’ın passage à l’acte dediği şey; öznenin, Öteki’ni bir yanıta kışkırtmaya çalışmadan kendini ortadan kaldırması, eyleme vurma.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:
Yonca Gökalp, “İslam, Fundamentalizm, Psikanaliz-II” https://www.fikirtepemedya.com/psikoloji/islam-fundamentalizm-psikanaliz-ii/ (Yayın Tarihi: 8 Eylül 2024).
***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz: