9:53 am Adem Yılmaz, Siyaset

Hiç Resim Yapmayan Büyük Ressamların Diyarı

André Malraux İnsanlık Durumu’nda şöyle bir soruyu gündeme getirir:

Hiç resim yapmayan büyük bir ressamdan söz etselerdi bize, ne düşünürdük?

Devamında da ekler: Bir insan, yaptıklarının ve yapabileceklerinin toplamından ibarettir.

Resim yapmayan ressam olur mu, demeyin. Bazen yaptığı resimleri üstlenmeyen ressamlar da bu kategoriye girer. Kendilerini beyaz bir tuvalin masumiyetiyle ifade ederler.

“Bu resmi sen yapmıştın” dediğinizde ise üstlenenini ben duymadım.

Bugün sizlere “hiç resim yapmayan” o “büyyyüüüükk ressamlardan” söz edeceğim.

O “büyük ressamların” kibrinden ve bu kibri “medeniyet” olarak sunmalarından…

Fakat şu şerhi düşmem gerekiyor. Okuyacağınız bu metinde geçen isimler o büyük ressamlardan değiller. Bu olası karışıklığı baştan gidermek isterim. Çünkü derdim polemik değil, aksine bir ruh halini ifşa etmek.

Zaten dikkatli bir okurun zihninde o büyük ressamlar çoktan canlanmaya başlamıştır bile…

Siyasetsiz Siyaset ve Can Çekişen Ahlak

Jacques Rancière’in şu vurgusu önemli:

Siyaset, sık sık söylendiği gibi, ahlâkın karşıtı değildir. Ahlâkın bölünmesidir.

Siyaset, düşünürün vurguladığı gibi kolay bir iş değildir. Teknokrat zihniyetin başarabileceği bir iş ise hiç değildir.

Çünkü teknokrat zihniyet, esir düştüğü o kaba matematiğinin ardında hissî davranır.

Michael Douglas ve Kiefer Sutherland’in başrolünde yer aldığı The Sentinel’de (2006) geçtiği gibi, hisler üzerinden hareket ettiğinizde her yerde o hislerin kanıtını görmeye başlarsınız.

Teknokrat zihniyet, kendi matematiğine uyulmadığında her şeyi anlamsız görecek kadar hissîdir çünkü baktığı her yerde kendi kanıtını görmek ister.

Bu sebeple savunduğu değerlerle tutarsızlığa düşse de bunu dert etmez.

Siz hiçbir makinenin dertlendiğini duydunuz mu?

Dolayısıyla kendi matematiği içinde kurguladığı o ahlakın, en az eleştirdiği ahlakçılık kadar hayatı katledebileceğini göremez.

Hatta kendinde böyle bir ahlakı tasavvur bile etmez.

Buna rağmen kendi matematiğinin herkes için bir ahlak olduğu iddiasındadır. Bu iddia kimi zaman utangaç şekilde, kimi zamansa 2010’ların başındaki balon afişlerde görüldüğü gibi şatafatla dile getirilir.

Siyasette ahlakın gırtlağını kesenler ahlakçılardan önce kendilerinde böyle bir ahlakı görmeyenlerdir.

Siyaseti, ahlakın bölünmesi olarak görmedikleri için “nötr”, duygusuz bir siyasetin esiri olurlar ki bunun adı siyasetsizliktir.

Tanıl Bora, “Medeniyet Kaybı”nı Güncelleyebilir mi?

Medeniyet kaybı, barbarlar yüzünden gerçekleşmez, daha çok, barbar olabileceğini unutan ve kendini “mutlak medeni” olarak konumlandıran yüce ideallerin temsilcileri uygarlığın asıl huzursuzluğudur.

Medeniyet kaybı, mutlaklığın hükmünde şekillenir. En yüce idealler bile “mutlaklaştığında” barbarlığın “masum” bir zırhı haline gelebilir.

(Yıllar önceden kişisel tanıklığımdır, bir insan hakları savunucusunun yanıt veremediği ya da tutarsızlığa düştüğü anların akabinde nasıl barbara dönüştüğü…)

Tanıl Bora, medeniyet kaybını “herhangi bir konunun tarihsel bağlamı içinde, özgül toplumsal ve siyasal anlamıyla konuşulamaz hale gelmesi, mutlaka üzerine bir millî hâle kondurulması, her meselenin bir millî mesele olarak anlamlandırılması…” şeklinde tarif ediyordu.

Aynı yerde komplo teorilerinin revaçta olmasını, “Kavgam”ın best-seller olmasını medeniyet kaybının görünümleri olarak örnek veriyordu.

Kendisine önerim “pençesi olmadığı için kendini ahlaklı” sananları da bu kategoriye alması…

Pençeleri, iktidar kavgasında söküldüğü için sadece bunun için hak, hukuk diye geveleyenleri, fırsat bulduğunda kendi cenahı içinde her türlü kayırmacılığı ve adaletsizliği hak görenler için de kullanması…

Medeniyet kaybı, medeniyet yoksunları yüzünden gerçekleşmez, medeniymiş gibi görünen barbarların, kendi vahşiliklerini estetize edebilmesinden doğar, kuvvetlenir ve kalıcı hale gelir.

Bu estetik müdahalenin siyaset gibi sunulmasıyla kendini hakikat olarak kurgular.

Geriye ise lekelenmiş pek çok kavram kalır, adalet gibi…

Ağırdır’ın Yanılgısı

Bekir Ağırdır, bildiğiniz üzere memleketin muhalif okumuşlarının, benim tanık olduğum şekliyle kimlikçilerin, değer verdiği isimlerden biri… 26 Şubat tarihli yazısını şu saptamayla bitiriyor:

Toplumdaki baskın duygu umut değil, kaygı ve korku oluyor. Kaygı ve korkuların artışı da bireyleri kimliklere ve güvenlik ihtiyacına sıkıştırıyor.

Bana kalırsa bu, Türkiye’nin entelektüel ve siyasal tartışmalarından “normalleştirilen”, klasik neden-sonuç karışıklığından fazlası değil…

Ağırdır, kaygı ve korkunun artışını kimliklere sığınmaya yol açtığını belirtiyor.

Oysa kimliklere yapılan vurgunun kendisinin bizzat kaygı ve korkuyu doğurduğunu, güvenlik ihtiyacını boş tencerenin öne koyduğunu göz ardı ediyor.

Elbette Ağırdır’ın söze döktüğü kafa karışıklığı belirli bir kesimin ruh halini belirleyen unsurlardan…

Keza 2023 Mayıs ayı öncesi 2002 iklimiyle bir tutularak kafa karışıklığı hakikat şeklinde kurgulandı.

Ötekine, azınlığa seslenelim derken çoğunluğu unutan, küçümseyen, fısıldayarak aşağılayan tutum üzerinden bu kafa karışıklığı entelektüel bir tezgahta önümüze sürüldü de sürüldü.

En trajikomik olanı da fısıldanan küçümsemelerin duyulmayacağının sanılmasıydı.

O çok özlenen demokrasiye en büyük zararı veren de bu küçümsemelerdi.

Küçüklüğün Kibri

Rancière aktarıyordu:

Yüksek sesle ‘Ben de ressamım!’ demekte kibir yoktur. Kibir başkalarına ‘Yoksa siz ressam değil misiniz?’ diye fısıldamaktadır.”

Fısıldayan o kibirdir, medeniyet kaybı. Yüksek sesle “masum” olduğunu, “haklı” olduğunu haykırır. Fısıltısında ise pençesizliğinin acısını çıkartacak denli barbardır.

Hak ve hukuka verilen güvenilir referansların ardındaki haksızlıklar, bariz haksızlıklardan çok daha tehlikelidir.

Kendilerini “kötülüğün nedenlerini bilmediği için kafası karışmış güzel ruh” olarak görenlerin, tuttukları musluk başlarında nasıl birere ceberuta dönüştüğünü görmeden iktidara saldırmanın konforunda yeşerir bu tehlike.

Çünkü tek bir iktidar yoktur, iktidarlar vardır. Düzey farklılıkları, doğa farkına tekabül etmez.

Yüce kavramları tekeline almanın, Eichmannvari birer dişliye dönüştürdüğü zihniyet, düzey farkından bir nitelik farkı doğurmaya çalışır.

Pençesizliğinin üzerini örtmek ister.

Pençesiz olduğu için kendini masum sananın dilinden akan adaletsizliği ise kimsenin duymayacağı sanılır.

Fısıltılarınızdaki barbarlığı görüyoruz, görenler var.

Zaten “zorbalar” karşısındaki yenilgilerinizin kaynağında da bu var.

Malraux ile başladık, Rancière ile bitirelim.

Bugün ise kötülük, masumları ve suçlularıyla birlikte, kendisi ne masum ne de suçlu tanıyan, suçluluk ve masumiyet arasında, akıl hastalığı ile toplumsal sorun arasındaki ayrımsızlık hali olan bir travmaya dönüşmüş durumda.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 47 times, 1 visit(s) today

Close