9:58 am Siyaset

Cumhuriyet’in Bilinçdışı: Balkanlar

Başlarken Stefan Velikov’un Kemalist İhtilal ve Bulgaristan adlı çalışmasının henüz başında Bulgaristan ve Atatürk başlıklı Mustafa Kemal’in Sofya operasına dair anısına yer veren bir giriş yazısından söz etmek istiyorum.

Operada Karmen’i seyre dalan Mustafa Kemal, Bulgar Kralı ile tanışma fırsatı da bulmuştur. Sofya operasına gidişinin gecesinde dönemin Makedonya milletvekili olan dostu Şakir Zümre’yi yatağından kaldırıp şu saptamasını bir özlemle sonlandıracak denli düşüncelere dalmıştır:

“Balkan harbinde Bulgarlara neden yenildiğimizi şimdi daha iyi anlıyorum. Baksana, adamların operaları var, sanatkar yetiştirmişler. Opera önemli iş, sanatkar ister, müzik ister, dekoratör ister. Bir operaya kavuştuğumuz günü görebilecek miyim?”

Bu opera özleminin arka planında Sofya’nın otuz yıl gibi kısa bir süre içindeki dönüşümünün yarattığı hasret yatıyor aslında.

Az önce alıntıladığım özleme de dikkat çeken Andrew Mango’nun Atatürk biyografisinde belirttiği gibi, daracık sokakları ve ahşap evleriyle tipik bir Osmanlı taşra kenti olan Sofya’nın iki yanı ağaçlarla süslü geniş bulvarlara, görkemli yapılara sahip bir Avrupa kentine dönüşümü, hem şaşırtıcı derecede hayranlık uyandırıcı hem de kendi kaderlerine terk edilen milyonların ve nice şehrin üzerine kahredici bir sorgulamanın nedeniydi.

Burada dikkat çekici bir durum daha var:

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında değin Bulgarlar, padişahın kulları arasında en geri kalmışlar olarak görülür, tanımlanırdı. Robert Koleji’nin kurucularından Amerikalı misyoner Cyrus Hamlin’in ilkbahar aylarında başkentte rastladığı koyun postundan giysileriyle şarkı söyleyerek bahşiş toplayan iri yarı, kaba saba Bulgar çobanlar ve seyisleri not etmesi boşuna değildir.

Padişahın ülkesinin bir zamanlar tebaası olan milletler karşısındaki düştüğü acziyet Balkan Savaşlarında yaşanan utançla[1] gün yüzüne çıksa da 1880 kuşağı Osmanlı subayları, generalleri ve entelektüelleri bunu kendine dert edinmişti.

Mustafa Kemal’in o gece Şakir beye bahsettiği özlemin arka planı, elbette sadece kırk günde kaybedilen Balkanlar değildi; Balkanlar’ın Osmanlı’nın siyasal bilinçdışında sahip olduğu ve Osmanlı insanına sirayet eden bölgenin Avrupa-yı Osmani fikrinin yitimiydi asıl neden.

Nitekim toplumsal ve siyasal tahayyül hem bilinçli hem de bilinçdışı duygulanım ve inançların karmaşık bileşiminden oluşur.

Bugün elimizde Trakya’sı kalan Avrupa-yı Osmani, yani Balkanlar bilinçdışı düzeyde hem Osmanlılığın hem de Türklüğün geçirdiği büyük bir sarsıntıyı ifade ediyor.

Zafer Toprak’ın yerinde tespitinin gösterdiği üzere, henüz on beşinci yüzyılda Balkan ülkesi hüviyetine bürünen İmparatorluk, beşerî ve iktisadi sermayesini büyük oranda bu coğrafyadan ediniyordu.

Güncel siyasal projeksiyonun Ortadoğu’ya hapsetmek için çabaladığı Osmanlılık açısından Balkanlar, Orta ve Batı Anadolu ile birlikte adeta can damarı gibiydi.

Balkanlar bu bakımdan Osmanlı’nın asıl yükünü çeken bir coğrafyaydı.

93 Harbi’nden Balkan Savaşları’na geçen sürede yaşanan kayıpları, asıl yükü çekenin yitirilmesinin önemini şu şekilde vurguluyor Toprak:

“Balkanlar’ın servetinden yoksun kalmanın yanı sıra bu toprakların beşerî sermayesini yitirmesi Osmanlı için büyük bir kayıp olmuştu. Osmanlı’nın genel okuryazarlık düzeyini yukarı çeken coğrafya her zaman Balkanlar’dı. Dünün Yeniçeri Ocağı büyük ölçüde Balkanlar’dan devşirilmişti. Birçok Osmanlı aydını Balkan kökenliydi. İttihat ve Terakki hareketi Balkanlar’da filizlenmiş, güçlenmişti”.

İlginize sunduğum bu uzun alıntı on beşinci yüzyıldan erken Cumhuriyet’e süregiden Osmanlı-Türk tarihinin başlıca unsurunun Balkanlar olduğunu gözler önüne seriyor.

Dahası, Balkanlar’ın kaybıyla İmparatorluğun zihin haritası da değişime uğramıştı: Avrupa-yı Osmani’nin yitimi, ülkeyi Avrupa ülkesi olmaktan çıkarmış, özellikle son dönem aydın ve politik karar vericilerin zihninde travma yaratacak şekilde üçüncü sınıf bir Asya ülkesi ya da Ortadoğulu görünüme bürünmüş bir ülkeye çevirmişti.

Osmanlı için “sonun başlangıcı” olan Balkan Savaşları ise bir zamanlar “kul” olan milletler karşısında alınan yenilgi olarak bu yarayı derinleştirmişti.

Türkler açısından 1912’den 1922’ye giden süreç kesintisiz bir savaşa yol açarken bağımsızlık için, Cumhuriyet için ödenen bedelleri hatırlamak gerekiyor.

Yüz yıl öncesinde Cumhuriyet’in ilanıyla resmen son bulduğu ilan edilen savaşların neticesinde Türkiye, bugünkü sınırları içindeki 20 milyon insanından 8 milyonunu kaybetmişti.

Anadolu insanının yaşam beklentisi 30’lara kadar düşmüş, çocuk ölümleri yüzde 90’ı bulmuş bir beşerî manzaraydı karşımızdaki.

Geçim sıkıntılarının amansızlığı karşısında kadınlar arasında çocuk düşürme bir alışkanlık halini almıştı. İntihar oranlarının artışı ise bir başka kahredici vakaydı.

Cumhuriyet, beşerî bunalım altındaki yurtta bir Sofya, bir Selanik yaratma ümidiydi.

“Kimsesizlerin kimsesi” şiarı beyhude değildir.

Bir yandan yurdunu yitirmenin kahredici ve kapanmaz yarası, bir yandan yüz yılı aşkındır kaderine terk edilmiş ve ömrü otuz yıla kadar düşmüş insanlarına umut olma çabası…

Yüz yaşına basan Cumhuriyet’in ne anlama geldiğini bilenler, yitirilmiş o gelişmiş, okumuş, yaşam kalitesiyle imparatorluğu yüz yıllarca beslemiş Balkanlar’ın ruhunu Anadolu’ya taşıyanlardı.

Bitirirken tekrar edelim.

Osmanlı, Balkanlar’dı.

Cumhuriyet Anadolu’daki Balkanlar özlemi…


[1] “Hiçbirimizin ölmek yerine Balkan Savaşının utancını bir kez daha yaşamak istediğini sanmıyorum. Ama aramızda böyle davranmayı tercih edenler varsa, derhal onları ele geçirip kurşuna dizilmek üzere sıraya sokalım!”

Mustafa Kemal’in Çanakkale’de 57. Alay’a verdiği, bir askerin cebinden çıkan yazılı emir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 100 times, 1 visit(s) today

Close