9:28 am Adem Yılmaz, Deneme

80’lerin Sonu 90’ların Başı Kuşağının Weimar Anıları – I

Lise yıllarımda Altan Öymen’in Bir Dönem, Bir Çocuk adlı hatıratını okumayı pek severdim. Politikanın büyük dünyasından kendi çocukluğunun küçük ölçekli kaygılarına geçişi anlatırken Öymen, bu ikisi arasındaki görülmeyecek kadar ince ama kopmaz bağı net şekilde ortaya koyuyordu.

Beyaz tuvali siyaha boyamak üzere yazının başına otururken aklıma nüfuz etti, hem o hatırat hem de o kopmaz bağ… 

Bunun yanında beyaz fincanın içinde siyah kahvenin oluşturduğu birliktelik gibi yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkiye ve dünyada yaşanan değişimler, değişmeden kalanlar, eriyip gidenler olduğu gibi ilk günkü ağırlığıyla hayatlarımıza nüfuz eden olgulardan ibaret bir uğultu nüfuz etti zihnime…

Benim de içinde olduğum 80’lerin sonu 90’ların başı doğan kuşak, bu uğultuya belirleyici ölçüde hazırlıksız yakalandı. Dijitalleşme, onu gençliğinin başında yakaladı; pandemi ise yuva kurmaya, iş bulmaya çalıştığı süreçte… 

Ne istediğimizi bilmeye çalışırken ne istemediğimizi bilmenin daha önemli olduğu zamanlara kaldık. Sadakati arzu ederken onun sorumluluğuna yabancı kalanlarımız pek çoktur, mesela. Arzuladığımız değerleri, onların yükünü taşıyacak olgunluğu unutarak hayal ettik. 

Bu yazı dizisi, böylesi düşüncelerle başladı. Artık olmadığı söylenen toplumun, giderek çoraklaşan politikanın bireysel hayatlarımıza çizdiği belli belirsiz sınırlarla nasıl müdahale ettiğini resmetmek amacıyla, biraz da… 

Malumunuz, Wittgenstein’ın dediği gibi, konuşulabilir olanların yanında sadece gösterilebilecek, resmedilecek olan şeyler de vardır.

Fetret Devri Manzaraları 

Bir fetret devri manzarası: Aşırı tüketime odaklı bireycilik tıkış pıkış, yürümenin bile imkânsız olduğu tatil beldelerinde, Yunan adalarını kıyas unsuru yapan gösterişçilikte görülebilmekte… Aynı şekilde siyasette ideolojinin krizinin yüzde 35’lere varan bir kararsız, öfkeli, kayıtsız oranı gözlerimizin önünde cereyan eden değer krizinin politik kanıtı olarak okunabilir. Gündelik sorunların çözümünün bile kutuplaşmanın cenderesinden çekilip çıkarılmaması da bu durumun bir diğer yüzü…

Toplum ve politika adeta sonu belirsiz bir fetret devrinin içine yuvarlanmış durumda… 

Bazen yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine dair Weimar Cumhuriyeti’nin yaşadığı bütünsel kırılganlık ve kriz örnek veriliyor.

(Gerçi zamanında meşhur bir akademisyenimiz, 2002-2008 aralığını Weimar Türkiye’si olarak tanımlamıştı ama benim buradaki saptamamla o tanımın uzaktan yakından bir alakası yok.)

Weimar bir trajediydi, tarihte trajedilerin tekrarı olsa olsa komedi olarak yaşanacaktır, yaşanır

Bakınız, Weimar Kültürü’nün yazarı Peter Gay, yirmi yılı bulmayan bu deneyimi nasıl betimliyor:

Kısa ve acılı yaşamına sığdırdığı unutulmaz eserleri ile kısmen cinayet, kısmen eriten hastalık, kısmen de bir intihar olan trajik ölümünün insanların zihnine bıraktığı iz çoğu kez muğlaktır belki, fakat daima şatafatlıdır.

İşin komik yanı ise böyle dönemlerin duygusallıktan ya da sansasyondan uzak şekilde ele almak kolay olmaz, olmuyor da. İfşaların kronik sorunlardan daha çok gündem belirlediği, orijinal olacağım diye entelektüel kusurlarını gururla taşıyan oryantalist phd’lerin etkileşim bağımlısı çekilmez hâlleri, sokağı düşünmek yerini onu “ehlemek” üzerine kurulu politika mantığı ve onun, giderek kalburüstü sınıfın yan işi hâline geldiğinin kanıtı olan politikacı profilleri… 

Gay, Weimar’ı “gerçeğe dönüşmeye çalışan bir fikir” olarak resmediyordu. Yirmi birinci asrın ilk çeyreğinde güçlü bir liderin yönetimindeki Türkiye’yi, bugün itibarıyla, hemen her düzeyde gerçeğe dönüşmeye çalışan fikir parçacıkları olarak betimlemek zor olmaz. 

Weimar Filtresi ile Çeyrek Asırlık Türkiye

Politik olarak iktidar partisinin hayatımıza kazandırdığı renklere göz atmak bile bu betimlemeye haklılık kazandırır nitelikte: Avrupa Birliği ve Türk bayraklarının Kızılay’da birlikte dalgalandığı günlerden, Menderes, Özal çizgisinde resmedilen Erdoğan afişlerine, Ortadoğu’da laiklik savunusunda bulunan Erdoğan’dan “Dünya beşten büyüktür” diyerek rest çekebilen cumhurbaşkanına… 

Muhalefette ise ayrı bir renk cümbüşü… Siyasete veda etmek zorunda bırakılan Baykal’dan, ekseriyetle başarısız on üç yılın sonunda “hesap uzmanı” olarak yüceltilip aday kılınan Kılıçdaroğlu’na, MHP gibi disiplinli bir partiden kopuş hikâyesiyle öne çıkan İYİ Parti’den, “Abla”nın istifasıyla neticelenen hazin üçüncü yol girişimine, oradan da nitelikli bir toplumsal karşılığı olmadığı ortaya çıksa da mecliste sandalye sahibi olan tabela partilerine… “Ekmek için Ekmeleddin”den, “Adam Kazandı!”ya uzanan bir süreç…

Daha genel perspektifte, sonradan her dönemin haklıları olacak Yetmez Ama Evetçilerden post-Kemalistlere, politik doğruculuğun kalemşorlarından Kemalizm olmasa ne yapacağını şaşıran yayınevlerine, prim krizi yaşayan millî takımdan Hollanda karşısındaki yenilgiye üzülmeye, “yok birbirinizden farkınız” diyesim gelen Genç Siviller’den Kanzilere… 

Elbette burada çeyrek asrın olaylarını tek tek yazamıyorum. Amacım da bu değil zaten… Bir ölçüde gençliğimle parçası olduğum bu süreci kabataslak resmetmek istiyorum. Toplumsal ve politik düzeyde yaşadığımız dalgalanmaların manzarasına sizleri taşımak istiyorum. 

Ortaokul yıllarımdan doktora mezuniyetimi de kapsayan, ergenliğin başındaki bir gençten saçları giderek kırlaşmış ve yaşı yolun yarısına gelmiş bir yurttaş olarak varoluşumun seyrini de çizen bu süreç, her ne kadar geriye dönüşsüz olaylar silsilesi gibi görülse de kırılma anlarındaki kararlarla çizilmiş, sansasyonu ve cesareti eksik olmayan muazzam bir tarihi de barındırıyor. Başlangıcında, küreselci iyimserliğin yerini bugünlerde aşırı sağın yükselişine dair kaygılara bıraktığı çeyrek asırda dünya da değişti, cebimizde her an etkileşim içinde olduğumuz bir kalabalığa dönüştü. 

“Yılan oyunu”, yani Nokia, klavyeli Blackberry yerini Apple ve Samsung rekabetine bıraktı… 

Bu dönüşüm, siyasal manada ülkemiz için, adına “Muhtar Bile Olamaz!” manşetleri atılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ülkenin yeni yüzyılının bir numaralı ismi olmasından ayrı düşünülemez. Erdoğan’ın çeyrek asra varan ve giderek kudretlenen iktidarı, muhalifleri için bile gıpta edilecek bir hikâye barındıran ve Türk siyasetini belirleyen, göz ardı edilemez bir olgu… Öyle ki mecliste sandalyesi olan kimi partilerin tek anlamlı varlık sebebi, bir zamanlar Erdoğan’ın yanında poz verebilmiş olmaktan fazlası değil, olamıyor da…  

Sokağı Unutan Siyaset

Erdoğan’ın, muhaliflerine yönelik en önemli etkisi onlara “sokağı” unutturması oldu.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, DEVA gibi o dönem siyasal sınamaya tabi tutulmamış partilerle demokrasi bloku kurulduğuna inanılması, “Aday değil, masa kazanacak” sloganları bu unutuşun en yakın örnekleri…

Başka bir deyişle, Erdoğan, muhalefet için sokağa yöneltebileceği konformist bir soruya dönüştü. Sokağı ikna etmek için uğraşmak yerine hemen her seçimi Erdoğan referandumuna çeviren bir siyasi kayıtsızlık muhalefet için geçer akçe oldu.

2028’de yapılması planlanan genel seçimler de öyle olacak, büyük olasılıkla… 

Sokağı unutmanın muhalefet açısından çeşitli tezahürleri var. Kimlik politikaları, politik doğrucu olmanın rahatlatıcı vizyonu, dünyayı 2000’lerin başında görmek gibi… 

Peter Gay, Weimar Cumhuriyeti’nin politik rezonansından söz ederken “onun başarıları eleştirmenlerini, başarısızlıkları ise onun iyiliğini isteyenleri memnun etmiyordu” diye not düşer. Umudunu mutlak olarak yitirenlerden tutun da hayal kırıklığına uğramış bir âşığın zalim sözcükleriyle o devri betimlemek ise bir tür modaydı.

Muhalefetin bilinci, tümüyle bu modanın egemenliğinde… 31 Mart’ta kazandığı, kendisinden kaynaklanmayan ivmeye rağmen bu böyle… 

Aslında gerek Erdoğan’ın başat rolü gerekse muhalefetin sokağı unutması, tüm dünya genelinde görülebilecek bir olguyla ilgili: Siyasi partilerin ve ideolojilerin krizi… 

Hatta belki de siyasetin prekaryalaşması… 

Siyasi partiler ve demokrasiler ya hiç olmadığı kadar lider odaklı ya da kırılgan hükümetlere yol açan “lidersiz” partilerin can çekişmesiyle mücadele ediyor. 

Başka bir deyişle, siyaset, neyi istemediğini bilmeye odaklı, ne istediğini pek sorun etmeyen bir rotayı izliyor. Avrupa’da korkulan aşırı sağın yükselişi de bu durumun bir sonucu esasında: Irkçılık, hoşgörüsüzlük istemiyoruz, o kadar… Bunlar haklı gerekçeler ama geleceğe yönelik bir vizyonla birlikte sokaktaki insan için gerçekten karşılığı olabilecek talepler… David Hume, çok çok önce yazmıştı: Devlet, yani siyasal yönetim, insana uzun vadede ne istediğini söyleyebilmesi açısından elzemdir. Çünkü sokaktaki insan, buna insan doğası da diyebiliriz, kısa vadeli düşünme ve yaşama eğilimindedir. Siyaset, insana “ne istediğini” sunmayı gereksiz bulduğunda, “ne istemediği”ne odaklı bir yaklaşım sadece sorun ve rahatsızlık üretecektir

Sadakati Unutan İlişkiler

Siyaset, geleceğe dair bir tasavvur koyma bağlamında referansını yitiriyor da bireyler ve toplumsal deneyim durur mu?

Her yerde görebileceğiniz ilişki tavsiyeleri, mutlak çözüm öneren şablonlar da bireyin dayanabileceği normların çözülüşü ile ilgili bir durum… 

“Bu akşam ne yiyelim?” şeklindeki samimi bir soru ilişkiler için rahatlatıcı önemini yitirdi. 

Siyaset “ne istemediğini” insanlara dayatmakla yetinirken ve böylece, bilinçli ya da bilinçsizce, aşırılığa çanak tutarken birey de dizginsiz bir tüketime kapılmış durumda… Bu kusursuz tüketim akışından mahrum kalmanın hıncı da bir gösteri unsuru olmaktan geri durmadı.

Tüketim aşırılaştıkça yüzeysel değil ama basit olan kimi değer ve olgular yerini fantezinin ayakları yere basmayan bakışına bıraktı. 

Muhalefetin konformist sorusu gibi, tüketimcilik asıl filtre oldu.

Oysa basit olan ama asla yüzeysel olmayan, yanında olandır, yanında olana karşı tavır ve duygularındır.

Şöyle düşünelim: Siyaset ve toplum aşina olunan referanslarını yitirdikçe ahlaki sorumluluk da ölçeği büyük olana, yani referansını yitirmiş olgulara yöneldi. Yalancılık, ikiyüzlülük müdahale edemeyeceğimiz toplumsal ve siyasal fenomenler artık… 

Kendi kişisel yaşamlarımıza, kendi gerçeğimize dair kaygılarda ise bu sorumluluğu göremiyoruz. Şikâyet ettiğimiz fenomenlerin yanımızdaki kadına, iş arkadaşlarımıza, dostlarımıza davranışlarımızda kök saldığını göz ardı ediyoruz. 

Bu yüzden sevinçlerimiz, en yüzeysel şekilde buhranlara dönüşebiliyor, buhranlarımız çok yüzeysel şekilde bulaşıcılık kazanırken kalıcılaşıyor. 

Basit olanı yitirdikçe, kendi gerçekliğimizi yitirip toplumun ve politikanın köksüz şımarıklığında savruldukça yüzeysellik ilişkilerimizi daha da belirler hâle geliyor, galiba.

(Devam edecek…)


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:

Adem Yılmaz, “80’lerin Sonu 90’ların Başı Kuşağının Weimar Anıları – I” https://www.fikirtepemedya.com/deneme/80lerin-sonu-90larin-basi-kusaginin-weimar-anilari-i/ (Yayın Tarihi: 19 Temmuz 2024).

***Bu yazıyı DOCX formatında indirebilirsiniz:

Visited 52 times, 1 visit(s) today

Close