Yavuz Ağıralioğlu Babala TV’de şöyle diyor:
“Ali Babacan, ODTÜ’yü 4.0 ortalama ile bitirmiş, yurt dışında çift anadal yapmış ve her ikisini de birincilikle tamamlamış; memleketin zeki, namuslu bir evladıdır.”
Bunu söylerken aslında şunu ima ediyor: “Bu memleketin yetişmiş, liyakatli evlatları var; mesele onlara yetki vermekte.” Fakat mesele zaten tam da burada düğümleniyor: Yetişmiş olmak başka şeydir, doğru yere kök salmış bir idrak ve sahih bir düşünce sistemine sahip olmak başka. Akıl, zeka ve çalışkanlık yetmez; çünkü akıl, yanlış bir paradigmaya hizmet ettiğinde o akıl memleketi kurtarmaz, aksine felaketleri daha incelikli biçimde meşrulaştırır. Ali Babacan da vaktiyle böyle yapmıştır.
Ali Babacan, Abdullah Gül’ün sadık politik partneridir, AB projesi yanlısı ve açık toplumcu demokratlıkla maluldür. Kendisi neo keynesyen bir neo liberaldir; ödemeler dengesi sorununu çözememiştir, cari açığa kalıcı çözüm bulamamıştır; itibari paradan çıkamamıştır, özelleştirmelerinin tamamında sermayedar lehine vatandaş aleyhine büyük bir kamu zararı doğurmuştur. Kalıcı refah adına aklı başında bir tane önerisi yoktur; hak hukuk adalet eğitim liyakat deyip hep mevzuları öteler. Ali Bey’e soruyorlar, para yağmur gibi yağıyordu politik iç ve dış konjonktür lehinizeydi ama ekonomide kalıcı çözümler üretemediniz neden diyorlar. Babacan cevabında, çünkü parayı inşaata yığdılar diyor; ben olsam insanların eğitimine, teknolojik kurumlara vs “know how” için harcardım onlara dinletemedim diyor.
İnsanın iyi ki dinletememişsiniz diyesi geliyor zira sizin çözümleriniz elli yıl sonrasına dönük hiçbir teknik verili desteği olmayan meçhul ve muhtemel zararla dönecek çözümler.
Halbuki şöyle diyebilirdiniz: Ödemeler dengesini anayasa üzerinden çözerdim, cari açık veren merkezi ve yerel yönetimleri yüce divanda yargılardım. İtibari paradan çıkardım, parayı altına ya da dolara sabitlerdim. Merkez bankasını darphaneye denetimci kurullarla beraber devrederdim. Kamu ihale kanununu düzenlemek yerine toptan kaldırırdım, kamu israfını bitirirdim ve kamu yükünü azaltırdım hatta uymayanın da canına okurdum. Özelleştirmelere ilgili ve teknik biçimde detaylarını ve sınırlarını çizerek kamu yararı şerhi koyardım. Diyemiyorlar, zira neokeynesyen ve yer yer neo liberal yer yer sol liberal politikalara göbekten bağlılar. Daron Acemoğlu’nu da kapsayıcı kurumlar ve kurallar teziyle kendilerine muhalefete karşı kalkan yapmışlar hatta sürekli adalet, eğitim, liyakat diyerek ancak sorunları soyut tezlerle öteliyorlar.
Türkiye’nin sorunu açıkça söylemek gerekirse, yalnızca yanlış yönetenler değil; doğru bildiğini zannedenlerin yanlış dogmalarına teslim oluşudur. Ana muhalefetinden yavru muhalefetine kadar kimse, “ortodoks ekonomi” anlayışının kalıplarını aşamıyor. Çünkü onlara göre ekonomik sorunlar, ancak ortodoks reçetelerin sınırları içinde çözülebilir. Oysa ortodoksluk, başka bir dogmanın adıdır. Bir yanda neoliberalizm, diğer yanda neo-keynesyenizm… İkisi de aynı madalyonun iki yüzüdür, ortaklıkları: Piyasanın devlet regülasyonuna açık hale gelmesidir fakat daha da önemlisi her ikisi de finans kapitalin dokunulmazlığını esas alır.
Ben bir tıp doktoruyum, ekonomist değilim lakin artık kendimi bu sözleri söylemek zorunda hissediyorum. Çünkü bu ülkenin krizi teknik olmaktan ziyade zihniyettedir. Türkiye son otuz senedir, neo-keynesyen ortodoks paradigmanın neo liberal veya sol liberal türevlerinin göbeğinde yaşıyor. Bunun eksisi de artısı da olabilir ama asıl mesele bu değildir; asıl mesele, bu yapının köklerinin Bizans’tan Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e devreden asırlık bir yapısal çıkmazda saklı oluşudur: Ödemeler dengesi ve denk bütçe meselesi.
Ödemeler Dengesi: Ahlaki ve Anayasal Bir Mesele
Ödemeler dengesi sorunu, ekonomik olduğu kadar ahlakidir. Çünkü nesiller boyu cari açıkla yaşamak, gelecek kuşakların emeğini bugüne ipotek ettirmektir. Bu yüzden ilk şart şudur: Cari açık verilemez. Bunu kanun değil, anayasa düzeyinde hüküm altına almak gerekir. Herhangi bir merkezi veya yerel yönetim, belirli sınırın üstünde cari açıkla bütçe devredemez; devralan da bundan dolayı sorumluluk yüklenemez. Bu yasağı ihlal eden siyasetçi “ekonomik ihanet” suçuyla yüce divanda yargılanır. Çünkü kamu zararı artık sadece ekonomik değil, varoluşsal bir suçtur. Böyle bir yasa, ekonomiyi değil zihniyeti değiştirir. Çünkü bundan sonra hiçbir iktidar, ithalatı teşvik eden sıcak para ekonomisine sığınamaz. Üretim temelli ve cari fazla veren bir ekonomi, ancak böyle bir “anayasal disiplinle” mümkün olur. Bu zihniyet değişimi, yeni bir faziletli cumhuriyetçiliğin de iktisadi alt yapısını oluşturur.
Elbette bu madde, mutlak bir yasak biçiminde değil, esnek ama hedef-temelli bir hükümle yazılabilir: Örneğin, “Olağanüstü kriz hallerinde cari açık oranı %2 ile sınırlanır ve cari açık oranı %2’yi geçtiğinde mecliste olağanüstü bütçe oturumu yapılır” gibi. Böylece otomatik istikrar mekanizmaları, örneğin kriz dönemlerinde kamu harcamasını artırma ihtiyacı vs korunur ama temel ilke bozulmaz.
İtibari Para’dan Çıkış: Altın ya da Dolar Standardı ile Güven
İkinci mesele itibari paradır. Modern para sisteminin özü, “güvene dayalı borçtur.” Bu güven soyutlaşınca, devletler sınırsız borçlanma hakkını kendinde görür. Paranız uluslararası politik değişimlere bağlı olarak değer kaybettikçe de borçlanma hakkınız elinizden alınır ya da çok yüksek faizlere bağlanır. “Parayı küresel tefecilerin inisiyatifinden kurtarıp altına ya da dolara sabitleyeceğiz.” gibi siyasi olarak popülist ama iktisadi olarak gerçekçi bir öneriye ihtiyaç vardır. Altın dolar önerisi belki alt başlıklarla tartışılabilir ama bir sembol olarak fevkalade anlamlıdır zira paranın yeniden somut temele oturması, sistemin yeniden ölçülebilir bir değere bağlanmasını doğurur. Belki doğrudan altın standardına geçmek tarihsel olarak sakıncalı olabilir. Çünkü altın arzı sabit değildir; bu anlamda küresel dalgalanmalar ulusal krizleri de tetikleyebilir. Bunun yerine önerilebilir olan, bağlı ama esnek bir para rejimidir. Yani “currency board” benzeri bir model: Rezervlerin %100’üyle desteklenmiş, parasal tabanı dış varlık rezervine bağlayan bir sistem. Bu, itibari paranın keyfîliğini ve uluslararsı inisiyatife bağımlılığını ortadan kaldırır ama kriz yönetme kabiliyetinizi de tümden yok etmez. Güven somutlaşır ama sistem nefessiz kalmaz.
Merkez Bankası’ndan Darphane’ye: Sembolik Bir Reform
Üçüncüsü, Merkez Bankası’nı kapatıp para basma yetkisini Darphane’ye devretmektir.
Bu, aslında “parayı siyasetten koparma” idealinin bir sembolüdür. Merkez Bankası birçok ülkede bağımsız gözükse de aslında muktedir siyasetin ya da dönemsel hegemonyanın türlü halleriyle manipüle edilir. Bizde ise belli ki bu konuda kültürel, siyasi ve manipülatif etki çok daha açıktır.
Para basma meselesi darphaneye devredilerek ve bu yetkiyi denetleyen özerk ve bağımsız denetim kurullarına havale edilebilir ve böylece süreç siyasetten açık denetime bağlanır ve anayasal güvenceyle korunur. Darphane sadece basım organı olur siyasetin manipülasyonu ile fazla para basamaz; para emisyonu teknik bir kurulun, örneğin “Para Arzı Kurulu” onayına tabi olur. Yani amaç, paranın siyasetten bağımsızlığını arttırarak halk lehine şeffaflaştırmaktır.
Kamu İsrafı, Kamu İhaleleri, Kamu İstihdamı ve Minarşizm
Dördüncü mesele, devletin elinden kaynak dağıtma yetkisini olabildiğince almaktır.
Bu, klasik liberalizmin temel önerisi olduğu kadar ahlaki ve etik bir cumhuriyetçiliğin özüdür.
Devletin görevi “büyümek” değil, “dengeyi korumak”tır. Bu yüzden kamu ihaleleri, sistemin en büyük yozlaşma kanalıdır. Sadece usul reformu değil, ihalelerin tamamen kaldırılması hedeflenmelidir.
Devlet artık “ihale eden” değil, “denetleyen” olmalıdır. Kamunun istihdam yükü azaltılmalı, kamu kadroları birer “sosyal güvenlik ağı” olmaktan çıkarılıp sadece “kamu hizmeti” işlevine döndürülmelidir. Devlet sadece ekonomi dışı hasta, engelli vb dezavantajlı kimselere kaynak aktarır. Bu anlayış, ordoliberalizm temelinde minarşist bir devlet modeline dayanır: Devletin ekonomik aktör değil, hakem olduğu bir model; bu hakemlik piyasadaki tekelleşmenin de önüne geçer.
Yerel yönetimlerde ise belediyeye bağlı iştirak şirketlerinin tamamı kapatılmalıdır. Kimse kimseye kendi kadrolarının, reklamlarının, yolsuz ihalelerinin yükünü yıkamaz. Belediyeler çöp, su, elektrik, taşıma gibi temel hizmetlerle sınırlandırılmalıdır.
Eğitim, Üretim ve Ahlaki İktisat
Beşinci mesele kulağa hoş gelen hiçbir somut verili desteği olmayan soyut tezlerin birer iktisadi dogma haline gelmiş olmasıdır. Ali Babacan gibiler yıllardır “eğitim, liyakat, adalet” diyor. Bunlar kulağa hoş geliyor ama soyut kavramlara sığınan teknokrasi, sorunları sadece erteler.
Çünkü üretim kapasitesi olmayan bir ülke, en eğitimli bürokratını bile borçla yaşatır.
Bu yüzden eğitim politikası bile artık “üretim ekonomisi” ile birlikte düşünülmelidir. Üniversiteler, ithalat bağımlılığını azaltacak alanlara yönlendirilmelidir, doğrudur. “Know-how” aktarımı, ithal beyinlere değil, yerli Ar-Ge’ye yatırım olarak yapılmalıdır, doğrudur. “Katma değer” kavramı, sadece üretimde değil, teknik düzeyde de ölçülmelidir, doğrudur ama bunlar kaynağınız varsa devlet destekli yapacağınız tali meselelerdir ve temelde devlet teşvikli özel sektörün işidir; asıl mesele minarşist devlete dönme cesaretindedir.
Kurumsal Reform: “Disiplinin Özgürlükle Dengesi”
Bu reçetenin uygulanabilir olması için bir geçiş takvimi gerekir.
Ani radikal değişiklik değil, üç fazlı geçiş:
1. Faz: Cari açık anayasaya hedef olarak girer, Merkez Bankası Darphaneye teknik denetim kurullarıyla devredilir, kamu harcamaları saydamlaştırılır.
2. Faz: Para rejimi kademeli olarak bağlanır; rezerv hedefleri kanunla tanımlanır; “Para Arzı Kurulu” oluşturulur.
3. Faz: Kamu ihale sistemi kaldırılır, kamu istihdamı kademeli ve güvenceli azaltılır, kamu israfı tamamen bitirilir.
Bu model, hem “disiplin” hem “özgürlük” sağlar. Çünkü sistemdeki kurumsal çürümeyi birey özgürlüğü değil, ahlaki devlet denetimi düzeltir.
Sonuç: Ahlaki Ekonomi ve Milliyetçilik İmtihanı
Türkiye’nin ekonomik çıkmazı, aslında ahlaki ve teknik bir imtihandır.
Cari açık, sadece bir bilanço kalemi değil; milletin vicdanında açılmış bir yaradır.
Ali Babacan ya da Mehmet Şimşek gibiler, tıpkı Mahvi Eğilmez, Hakan Kara ya da Özgür Demirtaş gibi, aynı paradigmanın çocuklarıdır.
Hepsi iyi niyetli, bilgili olabilir ama “farkındalıksızdır” çünkü farkındalık, bilgiyle değil idrakle zihniyetle başlar. Bu yüzden mesele teknik olduğu kadar da bir zihniyet meselesidir. Milliyetçilerin görevi ise bu anlamda milletin menfaatini ve kamusal faydayı temin etmektir.
Türkiye’nin çıkışı, ortodoks politikalardaki muhtelif akıllardaki soyut beklentilerde değil, heterodoks aklın doğru tekniğini inşa etmesiyle mümkündür. Ödemeler dengesini düzeltmek, bütçeyi dengelemek, parayı sabitlemek, ihaleyi kaldırmak… Bunların hepsi aynı ahlaki omurgaya bağlıdır: Cumhuriyetçi fazilet ve üretmeden tüketmemek.
İşte o zaman bu ülke üç ayda değilse bile üç yılda ayağa kalkar.
Ama bunun için önce ahlaklı bir cumhuriyet fikrine dönmek gerekir.
O zaman ne Mehmet Şimşek’in, ne Ali Babacan’ın, ne de IMF’nin reçetelerine gerek kalır.
Çünkü ülke o vakit kendi reçetesini faziletli cumhuriyetçiliğin bağrında kendi maşeri vicdanında yazmış olur.