Futbolun kitlelerin afyonu olduğu tespiti, sanayi toplumunun eleştirilerinden miras kalma, neredeyse ezberlenmiş bir mottodur. Bu klasik argüman, oyunun insanları gerçek sorunlardan uzaklaştıran bir uyuşturucu olduğunu söyler. Ancak bu yaklaşım, günümüzün gösteri toplumunda ve dikkat dağıtma ekonomisinde fazlasıyla yetersiz kalıyor. Çünkü sorun, haftada bir veya iki kez izlenen 90 dakikalık bir maçta değil. Asıl uyku hali, bitiş düdüğüyle birlikte sahneye çıkan ve 7/24 mesai yapan bir “oyalama endüstrisi” tarafından üretiliyor.
Bitiş Düdüğüyle Başlayan Asıl Maç
Öncelikle modern izleyicinin maçı nasıl tükettiğini anlamak gerek. Artık kimse transa geçmiş gibi ekrana kilitlenmiyor. Taraftarların büyük çoğunluğu, maçı ellerindeki telefonlarla, sosyal medyada anlık yorumlar yaparak, yani “ikinci ekranla” yaşıyor. Maç, kolektif bir dijital tartışmanın sadece fitilini ateşliyor. Asıl gösteri, oyalama ve dikkat dağıtma mesaisi ise bitiş düdüğüyle başlıyor. Maç bitince ve hatta bazen maç devam ederken ekranda futbol sahalarının yerini, YouTube’taki tartışma kanalları ve X’teki tartışmalar alıyor.
Maç sonrası başlayan bu futbol tartışma programları , futbol’a bakışı temelden dönüştürdü. Bir zamanlar, ağırlıklı olarak taktiksel analizlerin, oyuncu performanslarının konuşulduğu programlar vardı. Ancak son yıllarda bu analitik yaklaşım neredeyse tamamen buharlaştı. Artık futbol medyası, birkaç kısır döngü etrafında dönen bir endüstriye evirildi: Sonsuz hakem tartışmaları, nostaljik karakterler ve tartışmalar, yönetici ve teknik direktör dedikoduları ve özellikle transfer söylentileri.
Kriz ekonomisi ve Güvenli Liman Olarak Futbol
Peki, bu programların asıl ürettiği şey nedir? Futbol bilgisi mi? Hayır. Spor kültürü mü? Kesinlikle hayır. Bu medya düzeninin ürettiği tek somut ürün, bitmek bilmeyen bir gerilim, suni bir kriz hali ve taraflar arasında derinleşen bir nefrettir. Ve bu gerilim iklimi, paradoksal bir şekilde, taraftarı bir sonraki maçı daha büyük bir hırsla beklemeye güdülüyor. Ancak bu güdü, oyunun kalitesine duyulan bir ilgiden değil, rakibe duyulan öfkeden, bir önceki maçın intikamını alma veya rakibi ezme arzusundan besleniyor. Böylece izleyici, sağlıklı bir spor seyircisi olmaktan çıkarılıp, bir nefret döngüsünün parçası haline getiriliyor. Yani kaos kendi kitlesini yaratıyor. Artık oyunun kalitesi için değil kaosun kendisi için oyun izlenir hale geliyor.
Tabi ki, bu durumun toplumsal bir karşılığı da var. Siyaset veya ekonomi konuşmanın hem riskli hem de moral bozucu olduğu bir atmosferde, bir hakem kararını saatlerce tartışmak, insanlar için en güvenli ve en kolay deşarj olma yöntemine dönüşüyor. Bu programlardaki yorumcuların ağzından çıkanlar, ertesi gün iş yerlerindeki, kahvehanelerdeki sohbetlerin ana referansı haline geliyor. İnsanlar, çözümü olmayan ve hayatlarına doğrudan dokunmayan bu yapay krizler üzerinden kendi gündelik tartışmalarını yürütüyor. Bu gerilim iklimini yaratanların ve körükleyenlerin ise toplumsal sorunların konuşulmamasından doğrudan çıkarı vardır. Mesele sadece anlık başarısızlıkları unutturmak değil, bütün bir toplumun enerjisini ve öfkesini, gerçek sorunlar yerine bu sığ ve toksik atmosfere hapsetmektir.
Kalite Değil, Kaos Satan Bir Endüstri
İşte bu noktada, Türkiye futbolunun neden bir adım ileri gidemediğinin acı gerçeğiyle yüzleşmekteyiz. Eğer basit hakem kavgaları ve yönetici atışmaları milyonlarca insanı ekran başına kilitlemeye, sosyal medyayı günlerce meşgul etmeye yetiyorsa, futbolun kalitesini artırmak için neden milyarlarca liralık yatırım yapılsın ki?
Futbol endüstrisi ve medyası, sahadaki ürünün kalitesinden tamamen bağımsız bir şekilde kâr üretebilen bir mekanizma yaratmıştır. Türkiye’de futbolun seyir zevki düşebilir, Avrupa’da hezimetler yaşanabilir vs. bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü medya, bu başarısızlıkları bile yeni bir kavganın, yeni bir polemiğin malzemesi haline getirerek kendi çarkını döndürmeye devam ediyor. Sadece bu sığ tartışmaları körükleyen YouTube kanallarının mantar gibi çoğalması bile bu tezi doğrulamaya yeterlidir. Youtube’daki çok sıradan bir futbol programı çok kolay bir şekilde yüzbinlerce izlenmektedir. Çoğu zaman Türkiye’deki en iyi siyasi programlar ve en iyi gazeteciler bile bu rakamlara ulaşamamaktadır. Örneğin çok sıradan bir futbol program dahi Türkiye’nin en çok izlenen gazetecisi olarak kabul edilen Fatih Altaylı’nın günlük izlenme rakamlarına transfer dönemlerinde veya kaoslu bir maç sonrası rahatlıkla ulaşabilmektedir.
Sonuç olarak, toplumu uyutan şey futbolun kendisi değildir. Futbol, insanlara 90 dakikalık bir eğlence sunan, hatta onları bir araya getirip kaynaştıran toplumsal bir ihtiyaçtır. Asıl uyuşturucu ise bu oyunu bir nefret ve oyalama aracına dönüştüren, aralıksız çalışan devasa medya makinesidir. Bu makinenin ham maddesi kalite değil, kaostur. Kaos ihtiyacı futbolun geride kalmasına, kurumsallaşmanın zedelenmesine, tartışmalı kararların artmasına, futbolcular ve yöneticiler arasındaki kavgalara ve her zaman olumsuz anlamda “daha fazlasına” yol açmaktadır.