Cumhuriyet ve demokrasi, toplumun en çok anılan fakat en az derinlemesine kavranan kavramlarındandır. “Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasıdır” gibi tanımlar, doğruluğuna rağmen çoğu zaman kavramın ruhunu açıklamakta yetersiz kalır. Bu yüzeysellik, Cumhuriyetin içselleştirilmesini engeller; onu bir törenler zinciriyle sınırlı, duygusal ama sığ bir sembole dönüştürür.
Bu durum, halkın “Millî Egemenlik” fikrini anlamak yerine, tıpkı efsanelerdeki gibi, güçlü bir kurtarıcı figüre yönelmesine yol açar. Siyasi kriz, yoksulluk ve kaos dönemlerinde bu arayış daha da belirginleşir: Her şeyi düzeltecek “iyi kral” ya da “bilge lider” beklentisi yeniden doğar. Bu beklenti, yalnızca bir kişiye duyulan özlem değil, aynı zamanda kurtarıcıya yönelik mesianik bir fantezidir. Ancak bu fantezi, bireyin kendi gücüne olan inancını zayıflatır, özgürlükten kaçışı besler ve toplumsal edilgenliği artırır.
Filozof-Kral İdeali ve Eleştirisi
Bu fantezinin en sistematik ifadesi Platon’un Devlet adlı eserinde görülür. Platon, ideal devleti “Filozof-Kral”ın yönetmesi gerektiğini söyler. Ona göre yalnızca hakikati bilen, tutkularından arınmış bir bilge kişi, adaleti sağlayabilir. Bu düşünce, çatışmasız bir toplum arzusunu yansıtır.
Ancak bu ideal, modern siyaset biliminin eleştirilerine dayanamaz. Karl Popper’a göre, önemli olan “en iyi” yöneticiyi bulmak değil, kötü yöneticileri barışçıl yollarla iktidardan uzaklaştırabilmektir. Tek kişide toplanan güç, kaçınılmaz olarak yozlaşmaya yol açar.
Üstelik Platon’un modeli, toplumu statik ve doğuştan belirlenmiş rollerin hâkim olduğu bir kast sistemi olarak görür. Bu, özgür iradeyi yok sayar ve aristokratik bir düzeni meşrulaştırır. Oysa siyaset, farklı çıkarların mücadelesi ve uzlaşısıdır; tek bir bilge figürün bu karmaşayı çözmesi mümkün değildir.
Karşıt bir görüş olarak, Carl Schmitt’ten hareketle bu duruma ancak şöyle bir şerh düşülebilir. Cumhuriyetin milli egemenlik felsefesine göre, meşru bir zemine denk düşen iyi bir kral olmasa bile; tarihsel örneklerden hareketle bir kral veya otokrat istisnai hallerde doğru yönetim sergileyebilir ve hatta geçici bir huzur, barış ve refah yaratabilir ancak uzun vadede bu keyfiliğin ve otokrasinin de kamu yararı adına sürdürülebilirliği ve güvenilebilirliği pek mümkün olmaz. Bu yönetim de ancak tekrar demokrasiye dönüldüğünde anlamını bulur.
Monarşinin Sınıfsal Gerçekliği
Tarihsel olarak monarşi, soy ve ayrıcalığa dayanan aristokratik bir kurumdur. “İyi kral” efsanesi, kralın tüm toplumu temsil edebileceği yanılgısına dayanır. Oysa kral, kendi sınıfının çıkarlarını korumakla yükümlüdür. Aristokrasinin ya da seçkinlerin iktidarı, halkın eşit temsiliyle bağdaşmaz.
Monarşilerin yıkılışı, bu sınıfsal gerçeğin sonucudur. Aristokrasi, ekonomik güç kazanan burjuvaziye yenilmiş, kralların meşruiyet temeli çökmüştür. Bu, iktidarın felsefi bir ide değil, somut sınıf çıkarlarının ifadesi olduğunu gösterir.
Gaetano Mosca’nın belirttiği gibi, tarih boyunca örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunlukları yönetmiştir. Kral da bu örgütlü azınlığın başıdır. Halkın rızasına değil, seçkinlerin desteğine dayanır. Dolayısıyla “herkesi temsil eden kral” düşüncesi, yapısal olarak imkânsızdır.
Monarşinin Çatışma Üzerine Kurulması
Monarşilerin uzun ömürlü olmasının nedeni barış değil, sürekli çatışmadır. Kralın gücü, farklı sınıf ve hizipler arasındaki gerilimleri dengeleme kapasitesinden doğar. Çatışma ortadan kalktığında, kralın varlık gerekçesi de zayıflar.
Tarih boyunca krallar, içerdeki gerilimi bastırmak yerine dışa yönlendirmiştir. Savaşlar, fetihler ve ganimet paylaşımı, hem aristokrasinin hem de kralın iktidarını koruma yolları olmuştur. Bu nedenle “iyi kral” miti, aslında krizin sonunu değil, krizin yönetimini temsil eder.
Monarkın gücü, halkın onayına değil, silahlı veya ekonomik gücü elinde tutan seçkinlerin rızasına dayanır. Sıradan bireyler siyasal sistemde özne değil, nesnedir. Siyasi partiler veya sivil toplum örgütleri gibi halkın örgütlenme araçları bastırılır. Halk, cemaat veya klan aidiyetleri içinde edilgen kalır. Bu durum, monarşiyi daima örgütlü azınlıkların çıkar odağı haline getirir.
Cumhuriyetin Radikal Kopuşu
Cumhuriyet, işte bu yapıya kökten bir karşı duruşu temsil eder. Millî egemenlik ilkesi, iktidarı soy veya seçkinlerden alarak millete, yani bireylere verir. Bu, yalnızca bir egemenlik biçimi değil, bir bilinç dönüşümüdür. Res Publica ya da Republic gibi kavramlar da etimolojik olarak zaten halka ait olanı simgeler.
Cumhuriyet halka ait olan bu egemenliği, demokrasi yoluyla bireye oy hakkı ve temsil gücü tanıyarak onu siyasetin öznesi haline getirir. Bu, geleneksel cemaat ve klan bağlarını aşmanın, bireyin doğrudan siyasi sisteme katılmasının yoludur. Seçimler, bu sürecin temel aracıdır.
Seçimler, siyasi rekabeti şiddet yerine uzlaşıya dönüştürür. Hiç kimse mutlak zafer kazanmaz, hiçbir grup tamamen dışlanmaz. Herkes bir şekilde sisteme dair umudunu korumaya devam eder ve iktidar için çabalama umuduna sahip olur. Bu durum, sivil barışın temelidir. Aynı zamanda İktidar, farklı toplumsal kesimlerin desteğini almak için sürekli pazarlık yapmak zorundadır.
Popülizm ve Halkın Gücü
Demokrasiler zaman zaman popülizme açık olabilir. Ancak popülizm, halkın taleplerinin sisteme yansımasının da bir göstergesidir. Elitlerin tekelini kırar, siyasal alanı genişletir. Bu, demokratik olgunlaşmanın doğal bir sonucudur.
Popülizm, halkın duyulmasını sağlar; monarşinin “dilenme kültürünü” demokrasinin “dinleme kültürüne” dönüştürür. Halk artık lütuf bekleyen değil, talep eden konumdadır. Bu durum, sistemin sürdürülebilirliğini güçlendirir. Çünkü halk, her zaman bir gün iktidara ortak olma umudunu taşır. Bu umut, Cumhuriyetin demokrasi aracılı en güçlü istikrar kaynağıdır.
Çatışmasızlık Değil Yönetilebilir Çatışma
Cumhuriyet, toplumsal çelişkilerin yok edilmesini değil, kurumlar aracılığıyla yönetilmesini mümkün kılar. Demokrasi modelinde seçimler, meclis, yargı ve medya gibi kurumlar, bu çatışmaları sivil zeminde tutar. Cumhuriyet de bu zeminden milli egemenlik aracılığıyla bir kamu nizamı kurar.
Demokratik sistemin dayandığı rıza ilkesi, herkesin ne tamamen mutlu ne de tamamen mutsuz olmayı kabul ettiği bir sözleşmedir. Gücün paylaşılması, tüm kesimlerin bütünüyle dışlanmasını engeller. Bu sayede çatışmalar, yıkıcı değil, yenileyici hale gelir. Cumhuriyetin demokrasi yoluyla sonsuza açılma ufku burada saklıdır.
Sonuç:
“İyi kral” efsanesi, insanlığın huzur ve düzen özleminden doğmuş bir yanılsamadır. Krallar, krizleri yönetebilir ama çözemez; çünkü varlıkları hem gayrı meşrudur hem de krizle mümkündür.
Cumhuriyet egemenliğe dair bir rejim biçimidir ve daha çok devlet düzenine dairdir; demokrasi ise daha çok toplumsal düzene dair bir hükümet-yönetim modelidir. Cumhuriyet hepsinden öte demokrasi yoluyla çatışmayı meşrulaştıran ve onu barışa dönüştüren tek siyasal biçimdir.
Cumhuriyet, bireyin kendi kaderini kendi eline aldığı, egemenliği kendi içinde demokratik yollarla paylaştığı düzendir. Bu nedenle bir kutlama değil, bir hatırlamadır: Egemenlik artık hiçbir tahta, hanedana ya da krala değil, millete ve onun iradesine aittir. Cumhuriyet egemenliğin sahibinin millet olduğu; bu egemenliği ise demokrasi yoluyla işleten bireyin ve toplumun kendi kendini yöneteceğine duyduğu inancın adıdır.
 
 

 
 
                         
                         
                         
                         
                         
                         
                        




