Dış PolitikaSiyaset

Abdullah Gülcülüğün İki Yüzü: Maria Machado ve Ekrem İmamoğlu

Venezuela muhalif ismi Maria Machado geçenlerde bir Nobel ödülü aldı. Machado aldığı bu ödülü de Trump’a ithaf etti. Herkes biliyor ki Machado, Chavez ile başlayıp Maduro ile devam eden sosyalist dikta rejimini devirmek için Trump ile işbirliği yapmak istiyor. Hatta belli ki birtakım dolaylı müdahaleler istiyor. Bu tutum emperyalist işgal bağlamında sosyalistlerin tüm dünyada tepkisini çekiyor.

Ama burada asıl mesele, dış politika hamasetiyle değil, ideolojik ve ahlâki tutarlılıkla ilgilidir. Machado’nun Trump’a yönelimi ideolojik bir ittifak olmasa da stratejik bir yakınlaşmaya işaret ediyor, bu durum aynı zamanda modern çağın “meşruiyet krizine” verilmiş bir cevap olarak da okunabilir. Çünkü otoriter rejimler yalnızca baskıyla değil, uluslararası yalnızlıkla da yıkılır. Maduro rejimi bu yalnızlığı göze almıştı; Machado ise bu yalnızlığı kırmak için sistemin en güçlü kutbu olan Washington’a yaslanmayı seçti. Bu tercih, elbette, kendi içinde bir ikilem taşır: Düşmanımın düşmanı dostumdur prensibi ile bir diktatörlüğü yıkmak için bir hegemon güce başvurma metodu.

Bunu tartışmak niyetinde değilim zira mesele aslında iki sömürü düzeninden hangisini seçmek istediğinizle alakalıdır. Sosyalist dikta rejimi belirli bir polütbüro ya da oligarklar üzerinden halkını zaten yıllardır fazlasıyla sömürmektedir. Bu sömürünün adı Amerikan sömürüsü değil diye sosyalistlerin buna razı olmasını anlayabiliyorum zira sembolik ve travmatik ideolojik bagajları var ve bunu aşamazlar.

Evet, bu “travmatik bagaj”, 20. yüzyılın tamamını şekillendiren büyük ikiliğe dayanıyor:
Bir yanda liberal kapitalist dış sömürge karşıtı iç sömürü sosyalizmi ile diğer yanda asimetrik karşılıklı bağımlılık temelinde liberal kapitalist sömürü. Hakikaten zor bir ikilem, insan hiçbir şey bilmese dahi her iki durumun da kötü şeyler getireceğini sezebiliyor.

Öte yandan sosyalistler, hâlâ 1960’ların anti-emperyalist mitolojisiyle konuşuyor; hâlâ Che Guevara’nın romantizmine, hâlâ “Üçüncü Dünya” ütopyasına sığınıyor. Ama tarih ilerledi, çağ değişti; bugün emperyalizm yalnızca askeri değil, teknolojik, kültürel ve dijital bir tahakküm biçimi hâline geldi. Bu yüzden, sosyalistlerin “Amerikan müdahalesine karşı çıkarken Maduro rejimine göz yumması” aslında eski bir travmanın yeniden sahnelenmesidir.

Trump’ın Machado tarafından dolaylı müdahaleye çağrılması ise işin diğer yüzünü oluşturuyor yani Amerikan emperyalizmi ve liberal kapitalizm sömürüsü. Machado açısından durum örtük bir manda ve himaye talebi olarak da okunabilir. Bu durum, her ne kadar sosyalistler kabul etmese de Maduro sosyalist dikta rejiminin halkı sömürmesinden daha etik ve faydalı olabilir.

Bu “daha etik” meselesini tartışmalı ama önemlidir: Çünkü liberal etik, bir rejimin şeffaf sömürüsünü gizli sömürüye tercih eder. Kantçı biçimde söyleyelim: kötülüğün rasyonelleşmiş hâli, örtük duygusal kötülükten daha tahammül edilebilirdir. Liberal dış politika anlayışına göre diğer ülkelerle şeffaf ve belirli ticari-ekonomik bağımlılıklar geliştirilmesi, yani karşılıklı bağımlılık teorisi, her iki taraf için de bir stabilite, güven, barış ve huzuru zaruri kılar; üstelik karşılık rızaya dayanır ve bağımlılığın esasları şeffaftır. Buradaki tek ve en önemli itiraz bağımlılığın asimetrik olmasıdır ve gelişmiş tarafa fayda üretirken gelişmemiş tarafa zarar doğurabilmesidir.

Burada Robert Keohane ve Joseph Nye’ın “complex interdependence” teorisi devreye girer: bağımlılık bir zayıflık değil, karşılıklı bir güvencedir diyorlar. İki ülke arasındaki ekonomik alışveriş, bir tarafın diğerini işgal etmesini değil, karşılıklı istikrarı zorunlu kılar. Machado’nun Venezuela’sı, işte bu liberal uluslararasıcılığın son kalıntısına tutunmak istiyor: ideolojik değil, pragmatik bir bağımlılık ve bunun üzerinden politika setlerini değiştirmek.

Venezuela süreçte siyasi ve ekonomik olarak o kadar büyük bir çıkmaza saplandı ki bu iki olmazdan birini oldurmak durumunda kaldı, sonucu ilerleyen yıllarda hep beraber göreceğiz.
Her neyse bizi ilgilendiren kısım bu değil, uzun bir parantez açarak sadece fikrimi belirttim.

Machado, Trump ile geçici ve pragmatik bir işbirliği zeminini oluştururken aslında ideolojik olarak iki aktör müttefik değil. Machado, ABD demokrat kanadının ve AB kriterlerinin taşıyıcısı popülist bir sağ demokrat ama sol liberal arka planı da olan bir muhalif isim yıllardır. Cumhuriyetçi değil, hakiki bir sağcı ve liberteryen değil; sol liberal esintilerle şekillenen sağ demokrat bir popülist. Bunu bilmekte öncelikle fayda var.

Bu cümlede tarif edilen figür aslında 21. yüzyıl siyasetinin prototipiydi: “ideolojik tutarlılık”tan ziyade “duygusal tutarlılık” arayan, kitle psikolojisine yaslanan, ama özünde neoliberal ya da sol liberal değerlerle yoğrulmuş bir demokrat. Machadoluk, tıpkı Macronculuk veya İmamoğluculuk gibi, “yumuşak otorite – liberal vitrin” ikileminin bu anlamda tezahürüdür.

İmamoğlu gibi düşünebilirsiniz Machado’yu, zaten bu yüzden İmamoğlu onu aldığı Nobel’den dolayı tebrik etti. Hatta Machado’ya Nobel Ödülü dahi bu yüzden verildi diye düşünüyorum zira Nobel Komitesi verdiği demeçlerde Machado’yu demokratik değişimini öncüsü ilan etti ve ödülün bunu teşvik edeceğini belirtti.

Batı son dönemde ideolojik devrimcileri değil, ılımlı kurtarıcıları ödüllendiriyor.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Nobel Komitesi, radikal sol ya da milliyetçi direnişçileri değil, küresel sisteme entegre edilebilir, yönetilebilir muhalifleri parlatıyor. Machado’nun ödülü de bu sistemin “yeni muhalefet mühendisliği”nin bir parçası olarak okunabilir.

Machado’nun devleti ve rejimi küçültmekten yana olduğu, özgürlüklerin ve piyasaların önünü açacağı gibi kimi liberal iddiaları doğrudur ancak bunların arkasını kolektif trans hakları, lgbti siyasi mücadelesi, feminist siyasallık gibi bir sürü Troçkist sol liberal iddiaların şekillendirdiği de unutulmamalıdır.

Bu karışım —sağ demokrat popülizmin liderlik estetiğiyle sol liberal kimlik siyaseti— postmodern çağın en işlevsel bileşeni olarak yıllardır dünyaya dayatılıyor. Foucault’nun “biyopolitika” kavramı, burada tam merkezde durur; iktidar artık yalnızca yasaları değil, kimlikleri de yönetir. Machado da bu paradigmanın çocuğudur; ekonomik özgürlükten söz ederken kimlik ve beden politikalarını da sahiplendiğinde, aslında “yönetilebilir çoğulculuğun” vitrini olur; tıpkı İmamoğlu gibi…

Liberal iddiaların —özgürlük, piyasa, teşebbüs ve mülkiyet gibi— türlü sol ve sağ yolları olduğu da vakidir. Liberalizm, tıpkı su gibi, her kabın şeklini alır; kimi zaman Thatcher’ı, kimi zaman Trudeau’yu, kimi zaman da Machado’yu doğurur.

Meselenin özüne gelelim… İmamoğlu da Machado da sağ popülist demokrattır ama sol liboş esintilerle şekillenirler. Biz buna tivitır literatüründe Abdullah Gülcülük diyoruz. Gülcülük, “demokratlık ile statükoculuk” arasında bir taktik merkezdir; eleştiren ama asla yıkmayan, değişim isteyen ama devrimi reddeden, Batı’nın entelektüel referanslarıyla süslenmiş, küresel neo liberal-sol liberal sisteme entegre edilebilir, yönetilebilir ve idare edilebilir yerli bir teknokratlıktır. Machado da, İmamoğlu da dediğimiz bu ara formun iki farklı coğrafyadaki izdüşümüdür.

İmamoğlu’nun Machado’yu Nobel’den dolayı tebrik eden tivitinden beri, kimi sosyalist çevreler birkaç günder beri sükut-u hayale uğramış olacaklar ki İmamoğlu’na feveran edip duruyorlar. Bizim için aslında şaşılacak bir şey yok. İmamoğlu’nun Machado ve aldığı Nobel’i tebrik etmesinden dolayı şaşkınlık, öfke ve üzüntü duyan hatta geçmişteki desteklerinden nedamet duyan muhalifler artık kendi okumalarını güncellemek durumundadır.

İmamoğlu da sağ popülist demokrat metotlarla yol yürüyen ama sol liboş esintilerle dolu bir isim. AB demokratlarına yalvarıyor, küreselci sol liboş gazetelere hâlâ makale gönderip duruyor. Machado’ya göre tek eksik yanı belki değişen konjonktürü okuyamıyor yani tipik toksik hallerine devam ediyor.

İmamoğlu Machado’dan farklı olarak, Trump gibi dünyada yükselen yeni cumhuriyetçi sağ ile değil hâlâ gün geçtikçe tükenen AB sol demokratlarıyla iş tutuyor. Konjonktür de zaten artık Trump ile Erdoğan’a karşı iş tutmasına müsaade etmez zira Erdoğan o delikleri çoktan tıkadı dolayısıyla memlekette Machado benzeri bir dolaylı müdahale ile Erdoğan’ı devireceklerine dair hezeyana kapılan muhalifler, her şeyden önce bir destur çekip kendilerine gelmelidir.

Türkiye sosyalistlerinin ikircikli hallerini ise anlamak zor.
Herhangi bir muhafazakâr milliyetçi sağ otoriter rejime karşı sol liberal demokratlık üzerinden canhıraş biçimde itiraz ediyorlar ama işler Maduro sosyalist otoriter rejimine gelince, İmamoğlu’nun tebrik ettiği sol liboş esintilerle dolu sağ popülist demokrat Machado’yu yerden yere vuruyorlar.

Türkiye’de sosyalistler, kendi ahlâkî üstünlüğüne o kadar inanmış durumda ki kendi despotlarını “devrimci”, kendi sansürünü “koruyucu”, kendi yalanlarını “ideolojik meşruiyet” olarak görüyor. İdeolojiyi şöyle kenara koyun bu durum her şeyden önce psikolojik bir patolojiye işaret ediyor. Kendilerine şu soruyu sormaları elzem: Siz ilkesel olarak otoriterliğe mi karşısınız yoksa otoriterliğin yaslandığı bazı değerlere mi karşısınız? Hatta sol liberal demokratlığı bu hallerinize kamuflaj olarak mı kullanıyorsunuz?

Visited 1 times, 1 visit(s) today

Close