Mehmet Ali Yunus, Fikirtepe sitesinde yayımlanan “Lübnanlaşma Nedir?”1 başlıklı makalesinde, “Lübnanlaşma” olgusunu kısa fakat yoğun bir içerikle çözümlemektedir. Bu çalışmada, söz konusu makaleyi özetleyerek kavramın anlamını açıklayacak ve ardından Türkiye bağlamında bir değerlendirme yapacağız. “Lübnanlaşma” kavramı, Lübnan’ın 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı toplumsal ve siyasî parçalanmayı tanımlamak amacıyla ortaya çıkmış; çok etnili ve çok dinli toplumlarda istikrarın kaybolmasını ifade eden güçlü bir metafor hâline gelmiştir. Bu süreç, temelde merkezi otoritenin zayıflaması, etnik ve mezhepsel kutuplaşmanın derinleşmesi ile dış müdahalelerin artması sonucunda, silahlı aktörlerin veya bölgesel yapıların devletin işlevlerini devralması anlamına gelir.
Yunus’a göre, çok kimlikli bir devlette istikrarın bozulmasına ve Lübnanlaşmaya yol açan temel unsurlar şunlardır:
1. Güçlü Millî Kimlik Yokluğu ve Kimlik Temelli Bölünme: Güçlü bir millî kimlik yerine aşiret, mezhepsel ve etnik kimlikler ön plana çıkar. Eric Bordenkircher’in ifadesiyle bu, “devletsiz milletler” durumunu yaratır. Toplumsal uyum zayıflar ve toplum keskin kimlik temelli çizgilerle bölünür.
2. Mezhepçi Siyasî Sistem: Lübnan’ın 1943’te kurduğu “Millî Pakt” ile kurumsallaşan mezhepçi sistem, farklı dinî topluluklar arasında dengeyi sağlamayı amaçlasa da zamanla devleti felç eden, siyasî ataleti pekiştiren ve yolsuzluğu besleyen bir yapıya dönüşmüştür. Parlamentonun eşit olarak Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında paylaştırılması ve makamların mezheplere tahsis edilmesi (Cumhurbaşkanı Maronit, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii gibi) bu sistemi örneklendirir.
3. Hantallaşan ve Bölünmüş Yönetim: Seçmenlerin sadece kendi mezheplerine ayrılmış listelerden aday seçebilmesi, siyasî gücü mezhepçi düzende tutar ve bağımsız adayların seçilmesini neredeyse imkânsız kılar. Memuriyet atama ve terfileri liyakat yerine mezhepsel dengeler ve siyasî bağlantılarla belirlenir. Bu, başarısız ve sorumsuz bir yönetim anlayışını besler. Her mezhep içinde, ekonomik ve kültürel sermayesi güçlü önde gelen aileler siyaseti domine eder ve güçlerini sabitleştirir. Sıradan vatandaşın yükselme şansı, mezhep içi liderlerin onayına bağlıdır.
4. Dış Müdahaleler ve Himaye İlişkileri: Kimlik temelli güç paylaşımı, millî bağlılıkları zayıflatarak ulusötesi ilişkileri güçlendirir. Yerel kimlik grupları, kendi çıkarlarını destekleyecek dış güçlerle patron-müşteri ilişkileri kurar. Bu durum, iç siyasette uzlaşmayı zorlaştırır ve istikrarsızlığı kalıcı hale getirir.
Lübnanlaşma, hükümet istikrarsızlığı, ekonomik durgunluk, yaygın yolsuzluk ve zayıf kamu hizmetleri ile sonuçlanır. Siyasetçiler, genel kamu yararı yerine kendi mezheplerine kaynak sağlamaya odaklanır. Ekonomik çöküş, kayırmacılık ve mezhep içi engellerle birleşerek toplumun geniş kesimleri için bir “siyasî boğulma” süreci yaratır. Kısacası, çok kimlikli Lübnan’ın deneyimi, dengeyi hedefleyen ancak sonuçta işlevsiz, yolsuz ve dışa bağımlı bir yönetim yapısının, toplumu sürekli bir kriz ve parçalanma döngüsüne nasıl sokabileceğini gösteren kritik bir örnektir.
Türkiye’deki Kürt sorununu çok kültürlülük ve dinlilik ekseninde çözmeyi hedefleyen (veya bu eksende çözüm arayan) bölücü yaklaşımların eleştirisi bağlamında çözümlemek, “Lübnanlaşma” kavramının tehlikeli sonuçlarını bir karşı argüman olarak kullanmayı gerektirir.
Lübnanlaşma olgusu, Türkiye bağlamında kimlik temelli siyasetin eleştirisi için önemli argümanlar sunmaktadır. Bunları şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1. Kimlik Temelli Güç Paylaşımının Felce Uğratan Sonuçları
Lübnanlaşma olgusu, mezhepsel veya etnik temelde zorunlu güç paylaşımının istikrarı sağlamak yerine devleti nasıl işlevsizleştirdiğini gösterir. Lübnan’da cumhurbaşkanının Maronit, başbakanın Sünni, meclis başkanının Şii olması zorunluluğu gibi katı bir formül başlangıçta dengeyi amaçladı. Ancak, bunun zamanla devleti felç eden, siyasî ataleti pekiştiren ve yolsuzluğu besleyen bir yapıya dönüşmüştür.
Türkiye’de Kürt sorununu “etnik kotalar”, “coğrafi kimlik bölgeleri” veya katı bir kimlik temelli özerklik gibi yaklaşımlarla çözmeye çalışan bölücü tezler, bu eleştirinin hedefi olabilir. Böyle bir yapısal düzenlemenin çatışmayı bitirmek yerine, siyasetin sürekli bir kriz ve pazarlık döngüsüne girmesine neden olacağı açıktır. Yani Lübnanlaşma, zorunlu kimlik temelli güç paylaşımının toplumsal uyumdan çok yönetimsel çöküş getirdiğini kanıtlar.
2. Millî Kimliğin Aşınması ve Parçalanma
Lübnanlaşma olgusu, bize, kimlik temelli siyasetin millî bütünlüğü nasıl zedelediğini açıkça gösterir. Yunus’un “Devletsiz Milletler” çerçevesi kavramıyla Eric Bordenkircher’den alıntıyla açıkladığı gibi güçlü bir millî kimlik yerine aşiret, mezhepsel ve etnik kimliklerin ön plana çıktığı durumlarda devletin işlevselliği zayıflamaktadır. Bu durum, “Kürt sorunu”nu çözerken, etnik kimlikleri birleştirici bir vatandaşlık kimliği yerine, etnik veya dinî kimlikleri önceliklendiren yaklaşımlar, millî birliği zedeler. Böyle bir yaklaşımın Türkiye’yi toplumsal uyumu zayıf, “keskin kimlik temelli çizgilerle bölünmüş” bir yapıya sürükleyeceği imkân dahilindedir.
3. Bürokrasi ve Siyasette Kast Sistemi Riski
Lübnanlaşma, liyakat yerine kimlik ve kayırmacılığın baskın olduğu bir yönetim sisteminin yol açtığı yozlaşmayı gösterir. Memuriyet atamalarının liyakat yerine mezhepsel dengeler ve siyasî bağlantılarla belirlenmesi nedeniyle, yönetimde sorumluluktan kaçan bir anlayışın yerleştiğini belirtir. Gücün, her mezhep içinde güçlü siyasî aileler etrafında toplanması ve sıradan vatandaşın yükselme şansının bu ailelerin onayına bağlı olması, toplumsal hayal kırıklığını derinleştirir.
“Kürt sorunu” kapsamında belirli coğrafi ya da idarî kadroların etnik kimliklere zorunlu olarak tahsis edilmesi, Lübnan’daki gibi bir siyasî kast düzeni ve yaygın yolsuzluk yaratma tehlikesini barındırır. Siyasetçilerin genel kamu yararını değil, kendi kimlik gruplarına kaynak sağlama çabasını merkeze almasına neden olur.
4. Dış Müdahalelere Açılma Tehlikesi
Lübnanlaşma olgusu, kimlik temelli bölünmelerin dış aktörlerin müdahalesine davetiye çıkarır. Kimlik temelli güç paylaşımının millî bağlılıkları zayıflatıp ulusötesi ilişkileri güçlendirdiğini ve yerel aktörlerin dış güçlerle patron-müşteri ilişkisi kurmasına neden olduğunu ifade eder. Türkiye’de çözümü kimlikler arası katı sınırlara dayandıran bölücü yaklaşımlar, merkezi otoriteyi zayıflatma ve farklı etnik/dinî grupları kendi çıkarlarını destekleyecek dış destek arayışına yönlendirme riski taşır. Bu da ülkenin iç siyasetini bölgesel güç mücadelelerinin doğrudan hedefi haline getirir ve istikrarsızlığı kalıcılaştırır.
Sonuç olarak, Lübnanlaşma olgusu Türkiye’deki bölücü yaklaşımların eleştirisi için güçlü bir uyarı niteliğindedir. Kimlik temelli zorunlu siyasî yapılanmaların (Lübnanlaşma), sanılanın aksine istikrarı değil, idarî çöküşü, yozlaşmayı ve kalıcı parçalanmayı getirdiğini kanıtlayan bir model sunar. Türkiye’de çözümün, etnik ve dinî kimlikler üzerinden güç paylaşımı formülleri yerine, liyakat, yolsuzlukla mücadele ve tüm vatandaşları kapsayan güçlü bir millî vatandaşlık bilinci üzerinden aranması gerektiğini gösterir.
Türkiye’de Kimlik Temelli Çözüm Arayışlarının Lübnanlaşma Riskini Artıran Yapısal Koşulları
Yunus’a göre, “Lübnanlaşma” kavramı, çok kimlikli toplumlarda merkezi otoritenin zayıflaması, kimlik temelli bölünmelerin kurumsallaşması ve dış müdahalelerin iç siyaseti belirlemesi sonucunda ortaya çıkan devlet işlevsizliği ve siyasî parçalanma sürecini tanımlamak için kullanılan bir metafordur. Bu kavram, özellikle etnik ve mezhepsel temsiliyet üzerine kurulu siyasî sistemlerin, kısa vadede denge sağlayıcı gibi görünse de uzun vadede sürekli kriz üreten bir yapıya dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye bağlamına, özellikle Kürt sorununu çok kültürlülük ve din temelli kimlik politikaları ekseninde çözmeyi hedefleyen yaklaşımların eleştirisi açısından uygulandığında, önemli bir analitik çerçeve sunar.
1. “Lübnanlaşma” Uyarısının Türkiye Bağlamındaki Anlamı
Lübnanlaşma, bir devletin ortak vatandaşlık kimliğini yitirerek etnik ve mezhepsel aidiyetlerin siyasî sistemin asli belirleyeni haline gelmesini ifade eder. Türkiye’nin Kürt sorununa ilişkin son otuz yılda geliştirdiği çok kültürcülük ve din merkezli çözüm arayışları, bu kavramsal çerçeveden bakıldığında, Lübnanlaşma riskini hatırlatır niteliktedir. Çünkü bu yaklaşımlar, toplumsal bütünleşmeyi millî kimlik yerine “çoklu kimlik temsili” üzerine inşa etmeye çalıştığında, ortak vatandaşlık bilinci yerine “kimlik temelli müzakere” mantığını öne çıkarır. Bu durum, millî dayanışmayı güçlendirmekten çok, kimlik rekabetini kalıcılaştırır.
2. Güçlü Millî Kimlik Yerine Alt Kimliklerin Siyasallaşması
Lübnanlaşmanın en belirgin dinamiği, güçlü bir millî kimliğin yokluğudur. Lübnan örneğinde, mezhepsel ve etnik aidiyetler devletin üzerinde konumlanmış; böylece yurttaşlık bilinci yerini cemaatçi sadakat biçimlerine bırakmıştır. Türkiye’deki bazı çok kültürcü çözüm önerileri, bu açıdan benzer bir zemin yaratma potansiyeline sahiptir. Kürt kimliğini siyasî statüye dönüştürme talepleri (örneğin federatif temsiller, bölgesel özerklikler veya dilsel-idarî özerklik talepleri) uzun vadede ortak millî kimliğin çözülmesine yol açabilir. Bu durum, toplumun bütünleşmesini değil, kimlik temelli rekabetin kurumsallaşmasını beraberinde getirir. Böyle bir süreçte, ulus-devletin kapsayıcı kimliği yerine “çoklu vatandaşlık kimlikleri” ön plana çıkar; bu da, tıpkı Lübnan’daki gibi, siyasî karar alma süreçlerini etnik pazarlık alanına dönüştürür. Bu çerçevede Türkiye için asıl sorun, farklı kimliklerin tanınması değil, tanımanın siyasî temsile dönüşmesidir. Etnik temsiliyetin anayasal veya idarî düzlemde kurumsallaşması, devleti ortak çıkarın değil, kimliksel çıkarların aracısı hâline getirir. Türkiye’nin tarihî tecrübesi, güçlü bir millî kimliğin varlığının, çoklukları devlet içinde barıştıran bir çerçeve sunduğunu göstermiştir; ancak kimlik temelli siyasî yapılanma, devletin ortak paydasını zayıflatır.
3. Mezhepçi veya Din Temelli Yaklaşımların Tehlikesi
Kürt sorununa ilişkin bir diğer eğilim, çözümü İslami kardeşlik veya ümmet dayanışması gibi din temelli söylemler içinde aramaktır. Bu yaklaşım, kısa vadede toplumsal yumuşama sağlayabilse de, mezhep temelli farklılaşmaları görünmez kılarak uzun vadede yeni fay hatları üretme riski taşır. Lübnan örneğinde, “dinler arası denge” amacıyla anayasal düzenlemeler (Maronit Cumhurbaşkanı, Sünni Başbakan, Şii Meclis Başkanı) zamanla devleti felç eden bir kast sistemine dönüşmüştür. Türkiye’de din merkezli çözüm arayışları da benzer biçimde, laik yurttaşlık ilkesini zayıflatabilir ve siyasî alanı dinî cemaatler arası güç paylaşımı mantığına dönüştürebilir. Sonuçta, bu tür yaklaşımlar “dinî dayanışma”yı değil, dinî bölünme hatlarını derinleştirecektir. Bu, toplumsal birliği güçlendirmek yerine Lübnanlaşma riskini artıran bir faktördür.
4. Dış Müdahale ve Kimlik Üzerinden Siyaset
Lübnanlaşmanın bir başka belirgin özelliği, kimlik temelli yapılanmaların dış güçlerin nüfuz alanına dönüşmesidir. Lübnan’da farklı mezheplerin uluslararası hamileri olmuştur: Maronitler Fransa’yla, Sünniler Suudi Arabistan’la, Şiiler İran’la simbiyotik ilişkiler geliştirmiştir. Türkiye’nin etnik kimlik temelli çözüm arayışları da benzer bir dış müdahale potansiyeli taşır. Irak ve Suriye’deki Kürt yapılanmaları, Batılı güçlerin bölgesel politikalarıyla etkileşim içindedir. Türkiye içinde kimlik temelli bir siyasî yapılanma, bu dış etkilere açık bir iç kırılganlık alanı oluşturur. Bu durum, etnik kimliğin siyasallaşmasının sadece içsel bir mesele değil, uluslararası ilişkiler üzerinden manipüle edilebilen bir alana dönüşmesine neden olur. Bu bağlamda, Türkiye’nin bir “çok kimlikli federasyon” veya “bölgesel otonomi” modeline yönelmesi, dış güçlerin yerel aktörler üzerindeki etkisini artırarak, Lübnan benzeri bir parçalanma döngüsü yaratabilir. Bu nedenle, kimlik siyasetinin devlet yapısı içinde kurumsallaşması, millî egemenliği ve stratejik bütünlüğü tehdit eder.
5. Yönetimsel Tıkanma ve Liyakat Sorunu
Lübnan’da mezhep temelli yönetim modeli, kamu bürokrasisinde liyakat ilkesini ortadan kaldırmıştır. Makamlar mezhepler arasında paylaştırılmış; bürokratik terfiler siyasî sadakat ve kimlik temsili esasına göre belirlenmiştir. Sonuçta devlet, topluma hizmet eden bir kurum olmaktan çıkıp kimlik temelli patronaj ilişkilerinin aracına dönüşmüştür. Lübnan örneğinde görülen mezhepsel bürokrasi, Türkiye’de kimlik temelli bir yönetim reformunun tehlikesini açıkça ortaya koyar. Türkiye’de kimlik temelli temsil sistemi önerileri (örneğin yerel yönetimlerde “kültürel özerklik” veya “kimlik kotası” gibi modeller), benzer bir yönetsel tıkanmayı doğurabilir. Eğer kamu yönetimi “her kimliğe temsili hak” ilkesiyle yeniden düzenlenirse, liyakat yerini etnik temsiliyet kotasına bırakabilir. Bu, devletin bütün yurttaşlar nezdinde tarafsızlığını yitirmesine yol açar. Bu, sadece yönetim etkinliğini değil, vatandaşın devlete olan güvenini de aşındırır. Türkiye’de çözümün “kimlik temsili” yerine eşit vatandaşlık, hukukun üstünlüğü ve sosyal adalet temelleri üzerinde yükselmesi, Lübnanlaşmanın önündeki en güçlü sigortadır
6. Çok Kimlikli Barış mı, Kimlik Temelli Bölünme mi?
Lübnan deneyimi, çok kültürlülüğün veya din temelli birlik arayışlarının, eğer ortak millî kimlik ve güçlü merkezî otorite ile dengelenmezse, kaçınılmaz olarak siyasî parçalanma ve yönetim krizi yarattığını göstermektedir. Türkiye’de Kürt sorununa yönelik “çok kimlikli toplum” veya “dinî kardeşlik” eksenli çözüm önerileri, bu nedenle liberal veya teolojik barış söylemleri olarak cazip görünse de, benzer bir siyasî parçalanma ve dışa bağımlılık döngüsü yaratma riski büyüktür. Gerçek çözüm, kimlikleri siyasî statüye dönüştürmekte değil; hukukî eşitlik, özgürlük ve ortak vatandaşlık bilincini güçlendirmekte aranmalıdır. Çünkü ortak vatandaşlık, hem kimliklerin varlığını tanıyan hem de onları devletin merkezinde birleştiren tek meşru zemindir. Aksi takdirde, Türkiye’nin de Lübnanlaşma metaforunda temsil edilen “parçalı devlet – çok kimlikli kaos” sarmalına sürüklenmesi kaçınılmaz olur.
Sonuç ve Değerlendirme
“Lübnanlaşma” kavramı, çok kimlikli toplumlarda siyasî sistemin kimlik temelli güç paylaşımına dayanması durumunda ortaya çıkan kurumsal çöküş, dışa bağımlılık ve toplumsal bölünme sürecini betimleyen analitik bir uyarı çerçevesidir. Bu çerçeve, devletin ortak bir millî kimlik ve hukukî vatandaşlık bilinci etrafında örgütlenememesi hâlinde, toplumsal çoğulluğun istikrar değil, sürekli bir kriz dinamiği üreteceğini ortaya koymaktadır. Lübnan deneyimi, bu durumun tarihî örneğidir: Mezhep temelli siyasî denge arayışı, zaman içinde temsil adaleti üretmekten çok, sistematik yolsuzluğu, yönetimsel tıkanmayı ve dış güçlerin iç siyasete nüfuzunu kurumsallaştırmıştır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin çok kimlikli yapısı içinde son yıllarda artan kimlik temelli çözüm arayışları -özellikle Kürt sorunu ekseninde geliştirilen etnik veya dinî temsile dayalı modeller- benzer bir “Lübnanlaşma” riskini gündeme getirmektedir. Etnik, dinî ya da mezhepsel temsiliyeti siyasî sistemin kurucu ilkesi hâline getiren yaklaşımlar, kısa vadede katılım ve adalet iddiasıyla meşruiyet kazansa da uzun vadede millî bütünlüğü ve yönetim kapasitesini aşındırma potansiyeline sahiptir. Türkiye’de federatif, bölgesel özerklik veya kimlik kotaları gibi önerilerin kamusal alanı kimliksel müzakere alanına dönüştürmesi; devletin tarafsızlığını, liyakat esaslı yönetimi ve yurttaşlar arasındaki eşitlik ilkesini zedeleyebilir.
Teorik olarak bakıldığında, “Lübnanlaşma” uyarısı, çok kültürlülüğün siyasî kurumsallaşma biçimiyle ilişkili bir meseledir. Farklılıkların tanınması demokratik bir gereklilik olmakla birlikte, bu tanımanın kurumsal düzeyde siyasallaştırılması, yani kimliklerin devlete nüfuz eden temsiliyet mekanizmalarına dönüşmesi, devletin bütünleştirici kapasitesini zayıflatır. Türkiye’de, millî kimlik ile yerel aidiyetlerin geriliminde, çözümün “çok kimlikli barış”tan ziyade “ortak vatandaşlık” temelli bir toplumsal sözleşmede aranması gerekmektedir. Çünkü ortak vatandaşlık, farklı kimlikleri bastırmadan, fakat onları devlete paralel iktidar alanlarına dönüştürmeden bir arada yaşamanın en dengeli yoludur.
Sonuç olarak, Türkiye’nin önündeki temel mesele, kimlikleri siyasî statüye dönüştürmek değil, eşit yurttaşlık ilkesi çerçevesinde kapsayıcı bir millî kimliği yeniden güçlendirmektir. Devletin meşruiyeti, etnik veya mezhepsel temsiliyet dağılımına değil, hukukun üstünlüğü, adalet, liyakat ve yolsuzlukla mücadele üzerine inşa edilmelidir. Aksi hâlde, kimlik temelli politikaların kurumsallaşması, tıpkı Lübnan örneğinde olduğu gibi, Türkiye’yi de “parçalı egemenlik” ve “sürekli kriz” sarmalına sürükleyebilir. Bu nedenle, Türkiye için sürdürülebilir istikrarın yolu, kimlik siyasetinin ötesinde, ortak vatandaşlık ve demokratik hukuk devleti ilkesinin yeniden merkezî bir referans hâline getirilmesidir.
- Muhammet Ali Yunus, “Lübnanlaşma Nedir?”,
https://www.fikirtepemedya.com/siyaset-sosyolojisi/lubnanlasma-nedir/ (25 Eylül 2025) ↩︎ 

                        
                        
                        
                        
                        
                        
                        




