8:08 pm Edebiyat

Edebiyatın Soylu Hali: Sir Arthur Conan Doyle

Edebiyat eserlerinin kendi içinde bir hiyerarşisi var mıdır? Bir edebî metin türünü diğerinden üstün ya da aşağı olarak nitelemek mümkün müdür? Şayet bu mümkünse bize bu varsayımı ya da kanonlaşma/kanonlaştırma fırsatını veren şey nedir?

Roman, başat bir edebî metin türü olarak kendi içinde de bir sınıflaşmanın yaşandığı dizgedir. Orta Çağ edebiyatına bakıldığında nasıl ki şövalyelik metinleri bir anlamda müstehzi bir ifadeyle ele alınmışsa ilerleyen dönemlerde başka roman türleri de aynı alaycı tavırlara maruz kalmıştır. Hiç şüphesiz gelişim çizgisi içinde hak ettiği değeri görmeyen ya da hak ettiğinden daha az değer gören roman türlerinin başında dedektiflik romanları gelmektedir. Edebiyat dizgesi, merkezinde “saygın” eserlerin olduğu, dizgenin dışta kalan dairelerinde ise dedektiflik metinleri, çocuk edebiyatı metinleri gibi dizgeye sonradan eklemlenen ya da daha az saygın görülen metinlerden oluşan bir sistemdir.

Yukarıda sorulan soruların hemen hepsinin yanıtı aslında benzerdir. Edebî metinler arasında kanonik açıdan benimsenen, diğerlerine göre daha üstün tutulan eserler ve metin türleri ayrımı söz konusudur. Günümüzde Batı kanonu diye ele aldığımız ya da bir şekilde sınırlayıcı dairesinin içine girdiğimiz edebî eserler topluluğu, adı konmamış varsayımlar ya da hiyerarşik ilişkilerden beslenmektedir. 19 ve 20. yüzyıllarda yazılmış eserlerden bahsederken bu döneme damgasını vurmuş ve halen de edebiyatın “saygın” örnekleri olarak nitelenen eserlerden de bahsettiğimiz aşikardır.

Dedektiflik öykülerinin daha az saygın olarak görülmelerinin -kanımca- nedeni; edebî açıdan zayıf ve özensiz oluşları iddiasına dayanmaktadır. Yani dedektiflik anlatılarında esas vurgu olayda olduğu için edebî yanın geri plana atıldığı düşünülmektedir. Fakat bu düşünce her dedektiflik metni için kabul edilebilir bir varsayım değildir elbette. Örneğin Sir Arthur Conan Doyle’un eserlerine bu varsayımla yaklaşmak ve bu nedenle görmezden gelmek okur için büyük bir kayıp olacaktır.

Dedektiflik öykülerinin özündeki merak unsurunu edebî anlatı yeteneğiyle birleştiren isimlerin başında gelen Sir Arthur Conan Doyle, 1859 yılında İskoçya’da dünyaya gelmiştir. Sorunlu bir çocukluk geçiren yazar, tıp öğrenimi görmüş ve doktor olmuştur. Doktorluk mesleğinin yanında edebî bir kariyer de edinmek isteyen yazar, bu dürtüden hareketle eserler yazmaya başlamıştır. Bu saiklerle yazdığı ve kendisini üne kavuşturan ilk eser olan Kızıl Soruşturma’yı (A Study in Scarlett) 1887 yılında tamamlamış ve eser bir yıl sonra yayımlanmıştır. Bu eser, aynı zamanda sonsuza kadar kendisiyle birlikte anılacak olan karakteri Sherlock Holmes’ün ve onun yardımcısı Dr. Watson’ın edebiyat sahnesinde arzı endam ettiği eserdir. Doyle, edebî kariyeri boyunca Sherlock Holmes ve Dr. Watson’ın merkezde olduğu pek çok roman ve öykü kaleme almıştır. Başta Kızıl Soruşturma olmak üzere metinlerinin hepsi dedektiflik anlatılarının yapı taşı olarak değerlendirilmektedir.

Doyle, yazarlık kariyerinin hemen başında Sherlock Holmes karakterini öldürmek istemiş, artık Holmes’ün başrolde olduğu metinlerden uzaklaşmayı düşünmüştür. Üniversitedeki hocası Joseph Bell’den mülhem bir karakter olan Sherlock Holmes’ü edebî yaşantısından çıkarma düşüncesini annesiyle paylaşmış, bu düşüncesinin nedenini de Sherlock Holmes yüzünden başka bir edebî yaratım gerçekleştirememesi ve Sherlock Holmes’ün zihninde çok geniş bir yer işgal etmesi olarak açıklamıştır. Bu düşüncesi annesi ve daha da önemlisi yayıncısında kabul görmez. Fakat Doyle yine de Sherlock Holmes’ün başat figür olduğu metinler yazmamak ve yayıncısını da bu düşünceye ikna etmek için çok yüksek bir telif ücreti talep etmiştir. Yayıncısının kabulüyle Sherlock Holmes metinleri üretmeye devam eden Doyle, o dönemde en yüksek telif ücreti alan yazarlardan biri haline gelmiştir. Başarılı bir doktorluk ve sonrasında yazarlık hayatı yaşayan Doyle, Güney Afrika’daki sahra hastanesindeki çalışmaları ve II. Boer Savaşı’nda gösterdiği yararlıklar nedeniyle “Sir” unvanı elde etmiş ve 1930 yılında geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle ölmüştür.

Sherlock Holmes anlatılarının zihnindeki tahakkümünden kurtulmak isteyen Doyle, Son Vaka adlı eserinde kendi yarattığı karakteri öldürse de edebî çevrelerden gelen baskılar nedeniyle Sherlock Holmes’ün ana karakter olduğu metinler üretmeye devam etmiştir. Bu tür metinlere ara verdikten sonra yazdığı ilk eser olan Baskerville’lerin Köpeği adlı eseri, onun edebî zirvelerinden biri olarak kabul edilir.

Baskerville’lerin Köpeği adlı eserde, İngiltere’nin kırsal bölgelerinden birinde gerçekleşen şüpheli bir ölüm ve bölge halkının inandığı bir efsane üzerinden anlatılan olaylar silsilesi işlenmiştir. Korkunç ve normal boyutların hayli üstünde bir cüsseye sahip olduğu iddia edilen bir köpeğin kovalaması sonucu ölen Charles’ın ardından tüm varlığı tek vârisi Henry’ye geçecektir. Mirasın sahibi haline gelen Henry ise kırsal bölgeye gitmeden önce anlatılan hikayelerden ve kendisinin de akrabasıyla aynı akıbete uğramasından korktuğu için Sherlock Holmes’tan yardım ister. Holmes ve yardımcısı Dr. Watson’ın araştırmalarıyla olayın iç yüzünün başka olduğu, halk arasında efsaneleşen vahşi köpeğin de bir anlamda korku unsuru olarak bilinçli bir şekilde kullanıldığı anlaşılır. Elbette metnin bir dedektiflik öyküsü olması ve muhtemel okurunun merak duygusunu köreltmemek adına detaylarına girmekten imtina ettiğim bu metin, bir edebî eser olma iddiasını da merak unsuruyla birlikte sağlamıştır denebilir. Özellikle dönemin sosyoekonomik yapısını ve kırsal yaşamın o sisli havasını bize aktarmakta Doyle müthiş bir maharet göstermiştir. Sadece bu roman bile onun eserlerinin “saygın edebiyat” kanonunda yer bulamamasının ne denli büyük bir haksızlık olduğunun bariz bir kanıtıdır.

Sherlock Holmes ismi belki de kendisini yaratan Sir Arthur Conan Doyle’un da önüne geçmiştir. Belki de Doyle korkularında haklı çıkmış; zihnindeki Sherlock Holmes’ün ağırlığı edebî yaşantısına da yansımıştır. Şöyle ki yazdığı fantastik ve bilim kurgu türündeki eserlerle de başarılı metinler ortaya koyan Doyle, öncelikli olarak Sherlock Holmes’le akıllara gelmekte ve hatta kendi karakterinin gölgesinde kalmaktadır. Pek çok yazarın yaşadığı bir durum gibi görünen yarattığı karakterin gölgesinde kalma durumunun bir nebze de olsa Doyle için de geçerli olduğu söylenebilir. Edebiyat dünyasında bunun onlarca örneği vardır. Frankenstein, yaratıcısı olan Mary Shelley’den; Oblomov, Gonçarov’dan; Cyrano de Bergerac, Edmond Rostand’dan çok daha fazla bilinir ve tanınır. Bilhassa çocuk edebiyatında bu durum çok daha barizdir. Polyanna’yı, Heidi’yi, Pinokyo’yu hepimiz biliriz. Ama kaçımız bu karakterleri yaratan yazarların ismini internete başvurmadan hemen hatırlarız, bilemiyorum. Bir yazar için bu ne kadar kötüdür çok da emin değilim aslında. Bir açıdan bakıldığında sizin yarattığınız bir karakterin sizin önünüze geçmesi can sıkıcı gibi görülebilir lakin öte yandan bu denli güçlü karakterler inşa etmek de yine sizin dehanızın bir kanıtıdır ve bu durum kolay kolay her yazara nasip olmaz.

Sherlock Holmes, edebî karakter olarak ortaya çıktıktan sonra salt edebiyat dünyasında değil popüler kültürün her alanda sıklıkla kullanılan bir motif haline gelmiştir. Holmes’ü ele alan ve onun merkezde olduğu pek çok film ve dizi çekilmiştir ve çekilmektedir. Bu da Doyle’un nasıl ölümsüz bir karakter yarattığının ispatıdır aynı zamanda.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 113 times, 1 visit(s) today

Close