7:59 pm Felsefe

Ciddiyet Karnavalı: İnsansız Birey


Yazıyı dinlemek için:

Milan Kundera’nın Kayıtsızlık Şenliği’nde Ramon, Hegel’in komik üzerine düşüncelerine atıfla gerçek mizahı tarif etme çabasındadır: “(…) Hegel gerçek mizahın sonsuz gamsızlıktan ayrılamayacağını söyler, iyi dinle, söylediği harfiyen şudur: ‘sonsuz gamsızlık’; unendliche Wohlgemutheit. Alayla, satirle, sarkazmla değil. Altındaki insanların sonsuz aptallığını ancak sonsuz gamsızlığın yükseklerinden gözlemleyebilir ve ona gülebilirsin”.

Aynı yerde şu soruyu da eklemeyi unutmaz, bir zamanlar Hegel çalışmak zorunda kalmış kahramanımız: “Peki, nasıl ulaşacağız bu gamsızlığa?” Her şeyin salt hızıyla ön plana çıktığı, bir olaya dair yorumların dahi içeriklerinden ziyade dile getirilişlerindeki hızla “gerçeklik” kazandığı günümüzde yavaş ilerlemeli; en azından yazı, bu anlamda, yavaşlığın mekanı olmalı – Böylesi, Ramon’un yaratıcısı Kundera’nın edebî ruhuna da uygun olacaktır.

Muazzam bir kayıtlılık çağında yaşıyoruz.

Her birimizin fotoğrafları, duygu durumları, olaylara neredeyse gerçekleştiği anda verdiğimiz tepkiler, yorumlarla dolu bir dünya…

Sessizliği, dingin bir kayıtsızlığı, tek başınalığı imkânsızlaştırmaktan ziyade önemsizleştiren bir gürültü iklimi…

Kimsenin bir diğerini dinlemediği, aksine ağır bir sağırlığı kendine kalkan edinip safını belirleyerek anlamının son nefesini çoktan tüketmiş ifadelerle saldırıya geçtiği bir gürültü iklimi anlam körlüğünün yeşermesi için uygun koşulları sağlamakta zorlanmaz.

Wittgenstein’a kulak verecek olursak burada körlükten anlaşılması gerekenin “duyum yokluğu” olduğunu söyleyebiliriz. Duyum yokluğu yani dile getirdiğimiz, ele aldığımız şey karşısındaki edilginliğimiz.

Bu edilginliğin hammaddesi karşımızdaki herhangi bir ifadeyi, resmi, olayı duyumsamadan onlara dair “görüşlerimizi” bir an önce dile getirme çabasıdır. Anlamına dair kaygıdan yoksun olunan tükenmiş kelimelerin gürültüsü bu çabadan beslenir.

Gilles Deleuze’ün ifade ettiği gibi insanları, söyleyecek bir şeyleri olmadığı anlarda dahi konuşmaya, kendilerini ifade etmeye iten bir yaşantı biçimi duyumsamanın önemini unutturdu. “Anlam körlüğü” bu unutuştan cesaret alarak olağanlaştı.

Deleuze’ün aşırı iletişimden kaynaklandığını söylediği ve bize acı veren bu sıkıntıya dair şikayetinin üzerinden neredeyse yarım asır geçtiğini hatırlamakta da fayda var.

Bugün her birimiz ceplerimizde bir şekilde etkileşim içinde olduğumuz kalabalıklar taşıyoruz. Susmayı tercih etsek dahi onların sözlerine, “söyleyecek bir şeyleri olmadığı” durumların bile onları engellemediğine tanık oluyoruz. Her birimiz bu tanıklığı karşımızdakilere de bir şekilde yaşatıyoruz: Dehşetengiz bir kayıtsız kalamama hali…

Bu hal içinde tüketilen, birer meta haline getirilen duygular, öfkeler, gelenekler, beklentiler…

Pier Paolo Pasolini, henüz 1970’lerde insanoğlunun karşılaştığı bu antropolojik mutasyona dikkat çekmişti.

İnsan olma tarzımızda ciddi bir dönüşümün “neo-kapitalist” düzenle bir gerçekleştiğine vurgu yapan Pasolini, antropolojik mutasyonun tarihsel süreç içerisinde yaşanan onca devrime ve keşfe rağmen kendisini muhafaza etmiş insan varoluşunun biçiminin değişmek üzere olduğunu belirtiyordu.

Tarihsel süreç her ne kadar Pasolini’nin tanımladığı kadar durağan ve tekdüze olmasa da asıl konu maruz kaldığımız bu mutasyon:

Neoliberalizmin diğer bütün iktisadi ve toplumsal sistemlerin ötesinde öznellikleri, insani varoluşu kurma ve kurgulama cüreti, bugün bu mutasyonun ana noktasını teşkil ediyor.

Bu yeni bir süreç değil yani son yıllarda artan dijitalleşmeyi bir sebep olarak kodlamamak gerek.

1980 sonrasında “Demir Leydi” Margaret Thatcher’ın açık sözlülükle ifade ettiği gibi “ekonomik hususlar bu yolda başvurulan yöntemlerdir, amaç ise kalbi ve ruhu değiştirmektir”.

Amaç böylece toplumsuz bir toplum ve insansız bir birey yetiştirmek olarak gün yüzüne çıkıyor.

İnsansız Birey

İnsansız birey ile kastım, mutlak bir başkalaşmanın insanın içselliğini unutmasıyla gerçekleşmesidir.

Jose Ortega y Gasset, bu “içselliği” insanın kendisine yoğunlaşması olarak tanımlar. Ortega’ya göre bu yoğunlaşma, “doğaya en aykırı, en biyoloji ötesi olaylardan biri”dir.

Nitekim bu yoğunlaşma, kayıtsızlığın mekanıdır. İnsanın, kendisi dışında dünyanın çağrısına ket vurup içselliğine yönelimini ifade eder.

İnsansız birey ise kapıldığı kayıtlılık içinde bu yoğunlaşma pratiğini önemsizliğe terk eder.

Hayat, kendi biyolojisini teşkil eden, değişmez bir doğaya bürünen kayıtlılık halini alır.

“Kalp ve ruh”, bütünüyle bu kayıtlılığı makul olabilecek bir düzenekte inşa edilir.

Thatcher’ın bahsettiği dönüşüm kayıtlılığı yegane hayat formu haline getirerek başarılı oldu, oluyor.

Her birimiz insansız bireyler olarak bu kayıtlılığın yeri kolaylıkla doldurulabilir formlarından ibaret oluyoruz.

Bana kalırsa “insansız birey” mefhumu, özellikle de internetsiz bir dünyanın ne demek olduğunu asla bilmeyecek gelecek kuşaklar için çok daha geçerli…

O dünyanın son kalıntıları olan bizler bile uyum sağlamak adına “insan” kısmını olabildiğince törpüleyen bireyler olmak için çabalamıyor muyuz zaten?

Anlama ve kavrayış geliştirme hususunu bütünüyle tekniğe ve hıza indirgeyen bir dünyada neoliberalizm, diğer sistemler gibi insanları kendine uyum sağlamaya zorlamaktan ziyade tümüyle kendine özgü öznellik tarzları üretiyor.

Teknik ve hız bu öznelliğin ana parametreleri…

Organ nakli misali ellerimizden düşmeyen akıllı cihazlar, bilgiyi analiz etmek yerine ona ulaşmayı maharet sayan meta-anlatılar…

Sonuç ise kayıtsızlığın iflası… Önemsizleşmesi…

Artık kayıtsızlığın yüksekleri yok, “aşırı” sıfatını kendinden geçirecek şekilde olağanlaşmış muazzam kayıtlılık halleri söz konusu…

Kayıtlılığın asli etkinlik olması neoliberalizmin yol açtığı dönüşümün bir gereği. Kalbi ve ruhu, kayıtlılık (buna etkileşim de diyebilirsiniz) dışında yoksunluğa bürünen insansız bireyler yığını, insanlığa musallat edilen sistemin hedefiydi.

Böylelikle de söyleyecek bir şeyi olmasa dahi bir şey söyleme ihtiyacı olağanlaştı. Bu ihtiyaç, insansız bireyin katalizörüdür keza.

Anlam körlüğü, yani tasarımına, hayaline sahip olmadığı kelimelerle konuşmak da bu insanın asli niteliği olacak.

Tam da bu sebeple kayıtsızlığın yükseklerindeki düşünce süreci yerini kalıplaşmış yaklaşımlar ve onlardan birine taraf olmaktan ibaret kılınırken düşüncenin bizzat kendisi “boş laf” olmakla itham ediliyor.

Oysa düşünmek, her şeyden önce “aşırılıklara” karşı ve onlar üzerine düşünmektir.

Peki, nasıl ulaşacağız düşüncenin arzuladığı bu gamsızlığa? Kayıtlılığın girdabına sürüklenmekten nasıl kurtulabiliriz?

Dünya, kısa olmayacak bir süredir politik kurtuluş reçetelerinin sahteliğinden acı çekerken birey olarak insan, insanlığını muhafaza etmeye çalışan birey tek başına ne yapabilir?

Alain Badiou’nun belirttiği gibi, varoluş kendi bekasından fazlasına muktedirdir. Bu sorunun yanıtı da gelecekte bizleri bekliyor ve tıpkı maruz kaldığımız mutasyon gibi insanoğlunun verdiği önceki yanıtlara benzemeyen sarsıcılıkta açığa çıkacaktır.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 95 times, 1 visit(s) today

Close