Uluslararası İlişkiler

Uluslararası Nizamın Metamorfozu Kırılgan Denge

Küresel sistem, tarihsel perspektifte hiçbir dönemde bugünkü kadar hem simbiyotik bir şekilde iç içe geçmiş hem de epistemik olarak bu denli uzaklaşmış durumda olmamıştı. Uluslararası ilişkilerdeki mevcut durum, ne Soğuk Savaş’ın katı kutuplaşmış ikili yapısına ne de 1990’ların naif liberal tek kutupluluk söylemine benzemektedir. Günümüz dünyasını tanımlayan temel olgu, somut bir düzenin varlığından ziyade, düzen fikrinin kendisinin aşınması ve anlamını yitirmesidir. ABD–Çin rekabeti, bu aşınmanın hem nedeni hem de sonucu olarak karşımıza çıkıyor: birbirine ekonomik ağlarla derinden bağlı iki büyük güç, aynı sistem içinde birbirlerinin yapısal varlığını sınırlandırmaya çalışıyor. Bu rekabet, klasik güç dengesi modelleriyle açıklanamayacak kadar karmaşık bir nitelik arz ediyor; zira mücadelenin merkezinde artık askerî veya ideolojik üstünlük değil, bilgi mimarisi ve teknolojik egemenlik yer alıyor.

ABD’nin açık ve kurallara dayalı uluslararası düzen retoriği, giderek soyut bir meşruiyet iddiasına dönüşürken; Çin’in egemen kalkınma anlatısı, uluslararası normların esnetilebileceğini fiilen gösteriyor. İki ülke arasındaki bu gerilim, yalnızca çıkarların değil, aynı zamanda epistemolojik temelleri farklı iki dünya görüşünün çatışmasıdır: Washington’un düzen anlayışı şeffaflık ve kural temelli yönetişime dayanırken, Pekin’in yaklaşımı özerklik ve egemenlik odaklıdır. Bu felsefi ayrım, tüm dünyaya sirayet ederek küresel siyaseti bir düzenler arası diyalog haline getirmiştir. Artık uluslararası ilişkiler tek bir sistem olarak değil, çok sayıda kısmi sistemin gevşek bağlarla birbirine tutunduğu bir jeoteknolojik paradigma olarak işliyor.

ABD–Çin geriliminin yapısal niteliği, onu tarihsel bir istisna konumuna taşıyor. Bu iki aktör, birbirinin ekonomik refahının hem taşıyıcısı hem de sınırlayıcısıdır. ABD, küresel tedarik zincirlerinin istikrarını korumak adına Çin’le ticari bağını sürdürmek zorundayken; Çin, ihracata dayalı büyüme modelinin devamlılığı için ABD pazarına erişimi kaybetme lüksüne sahip değildir. Bu karşılıklı bağımlılık, klasik realizmin zero sum game (sıfır toplamlı oyun) mantığını geçersiz kılıyor. Günümüz rekabeti, karşılıklı zorunlulukların diplomasisi üzerinden yürütülüyor. Ancak bu bağımlılığın merkezinde asimetrik bir kırılganlık yatıyor: teknoloji. ABD’nin ileri yarı iletkenlere yönelik ihracat kısıtlamaları, salt ekonomik değil, aynı zamanda stratejik bir mesaj taşır; kim üretimi, veriyi ve hesaplama kapasitesini kontrol ederse, küresel düzeni de o inşa eder. Buna karşılık Çin, Yapay Zekâda Liderlik ve Made in China 2025 stratejileriyle teknolojik özerklik peşinde. Fakat bu da kendi içinde bir paradoks barındırıyor: dijital egemenlik, küresel veri dolaşımına dayalı bir düzende mutlak biçimde tesis edilemez. Tayvan Boğazı’ndaki gerilim, bu paradoksun somut bir tezahürüdür. TSMC gibi şirketler yalnızca bir ülkenin ekonomik varlığı değil; küresel teknolojik dengenin sinir uçlarıdır. Dolayısıyla olası bir çatışma, bölgesel olmaktan çok sistemik etkiler doğurur; yalnızca Tayvan’ın değil, küresel üretim ağlarının da kalbini hedef alır.

ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi, bu kırılgan bağımlılığı askerî araçlardan ziyade normatif ve teknolojik enstrümanlarla yönetme çabasına dayanır. AUKUS, QUAD veya Japonya–Güney Kore yakınlaşması gibi gelişmeler, aslında askerî ittifaklardan çok, teknoloji standardizasyonu ve dijital altyapı inşası girişimleridir. Çin ise buna karşılık olarak Kuşak ve Yol Girişimi’ni, salt altyapı ihracı değil, dijital koridorlar inşa etme aracı haline getirdi. Afrika’dan Latin Amerika’ya uzanan geniş bir coğrafyada Çin şirketleri, fiber optik ağlardan veri merkezlerine, gözetim teknolojilerinden dijital para altyapısına kadar uzanan görünmez bir dijital imparatorluk inşa ediyor. Bu yeni küresel yarışta, toprak değil, veri haritalanıyor; sınırlar değil, erişim protokolleri çiziliyor. Bu bağlamda, ABD–Çin mücadelesi salt bir güç politikası değil, aynı zamanda bir teknolojik topoloji politikasıdır: kimin verisi nereye akar, kim hangi algoritmayı çalıştırır, kim hangi bilgi akışını yönetir?

Bu denklemde orta güçlerin rolü giderek daha belirleyici hale geliyor. Türkiye, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkeler, artık yalnızca denge unsuru değil, sistemsel akışların yönünü belirleyen epistemik ara aktörler konumundalar. Bu ülkeler, geleneksel ittifak aidiyetlerinden ziyade, stratejik özerklik kavramı etrafında yeni bir diplomatik dil inşa ediyorlar. Türkiye’nin savunma sanayii bağımsızlığı, veri güvenliği politikaları ve Asya merkezli finansal bağlantıları güçlendirme çabası, bu yeni gerçekliğin somut bir yansımasıdır. Ankara’nın temel tercihi artık Batı veya Doğu arasında değil, jeoteknolojik özerklik ile yapısal bağımlılık arasında şekillenmektedir. Zira günümüzde diplomasi, askerî üslerden ziyade bilgi ağlarıyla; ticaret, ürün akışından ziyade veri erişimiyle tanımlanıyor. Bu dönüşüm, devlet kapasitesinin yeniden tarifini gerektiriyor: artık güçlü devlet, toprağını değil, verisini ve dijital alanını koruyabilen devlettir.

Bu dönüşümün yarattığı en derin sonuçlardan biri, uluslararası düzenin artık tek merkezden yönetilememesidir. ABD’nin liberal uluslararası düzen projesi, derin bir meşruiyet krizi yaşıyor; zira evrensellik iddiası, fiili eşitsizliklerle çelişiyor. Çin’in yükselen alternatif modeli ise kalkınma vaat etse de, normatif derinlikten yoksun. Dolayısıyla sistem, iki yetersizliğin arasında sürükleniyor: biri meşruiyet üretmekte, diğeri güven inşa etmekte başarısız. Bu ikili yetersizlik, dünyayı bir düzen sonrası ara döneme taşımış durumda. Uluslararası örgütler işlevsel olmaktan çok, sembolik hale geldi. IMF’nin normatif gücü zayıflarken, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi yapılar alternatif merkez olma iddiasını güçlendiriyor. Fakat bu çoğulluk, istikrar üretmiyor; aksine normatif tutarlılığı aşındırıyor. Her aktör, küresel krizleri çözmeye çalışırken bile, kendi güvenliğini önceleyen bir stratejik bencillikle hareket ediyor. Bu durum, küresel yönetişimin krizini değil, yönetişimin küresel bir krize dönüşümünü temsil ediyor.

Günümüz dünyasında güç, artık kimin daha çok silahı olduğuyla değil, kimin gerçeği tanımladığıyla ölçülüyor. Yapay zekâ, bilgi akışını manipüle etme kapasitesini devletlerin merkezî aracına dönüştürdü. Bir ülkenin ulusal güvenlik stratejisi, artık yalnızca askerî savunmayı değil, bilişsel alanın korunmasını da kapsamak zorunda. Bilginin kim tarafından, hangi filtrelerle üretildiği, küresel siyasetin yeni hegemonik sorusudur. Bu bağlamda Çin’in sosyal istikrar anlayışı kapsamlı veri gözetimiyle; ABD’nin özgürlük söylemi ise veri tekelleriyle şekilleniyor. Her iki sistem de farklı biçimlerde, bireyi algoritmik bir yapının parçası haline getiriyor. Dolayısıyla mesele yalnızca hangi düzenin galip geleceği değil, hangi gerçekliğin norm haline geleceğidir.

Bu nedenle kırılgan denge, yalnızca güç ilişkilerinin değil, anlam üretiminin de merkezinde yer alıyor. Dünya artık sabit kutuplar arasında salınan bir sarkaç değil, sürekli titreşen bir ağ. Her aktör aynı anda hem bağımlı hem özerk, hem küresel hem yerel. Bu ara durum, uluslararası sistemin geleceğini tanımlayacak. Belki de 21. yüzyılın en belirgin özelliği, istikrarın değil, yönetilebilir belirsizliğin norm haline gelmesidir. Türkiye gibi ülkeler için bu dönemin fırsatı, sistemin çatlaklarını jeopolitik avantaja dönüştürebilmektir. Ne tam Batı’ya entegre ne de Doğu’ya eklemlenmiş; ancak kendi teknolojik kimliğini ve dijital özerkliğini tanımlayabilen bir aktör profili, geleceğin en değerli stratejik konumudur. Zira bu çağda güç, artık mutlak istikrar tesis etme yeteneğinde değil, kırılganlığı yönetme kapasitesinde yatıyor.

Visited 50 times, 1 visit(s) today

Close