Bir devlet kendi güvenliğini artırmak için silahlanmaya başladığında, karşı taraf bunu tehdit olarak algılar ve o da silahlanmaya yönelir. Bu karşılıklı silahlanma süreci, aslında taraflardan hiçbiri savaş istemese bile kaçınılmaz bir çatışma ortamı yaratabilir. Örneğin, Atina’nın ekonomik ve askeri gücünün hızla artması, Sparta’nın tehdit algılamasına sebep olmuştu. Böylece Sparta, Atina’ya karşı önleyici savaşa yönelmişti. Thukididis, savaşın gerekçeleri üzerine yaptığı güvenlik ikilemi vurgusu nedeniyle, yazında bu duruma ilişkin en fazla gönderme yapılan isim oldu. Bu nedenle güvenlik ikilemi, aynı zamanda “Thukididis Tuzağı” olarak da bilinmektedir. Tarihte, güvenlik ikileminin sebep olduğu birçok savaş yaşandı. Öyle ki, güvenlik ikilemi topyekûn savaşları besleyen ana faktörler arasında yer aldı. Örneğin, I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın ulusal birliğini sağlayıp ordusunu ve donanmasını büyütmeye başlaması, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın tehdit algılayarak askerî kapasitelerini artırmasına sebep oldu. Ortaya çıkan karşılıklı güvensizlik nedeniyle süreç, kaçınılmaz olarak I. Dünya Savaşı’yla sonuçlandı. Benzer şekilde II. Dünya Savaşı da, Almanya’nın silahlanmaya başlamasının ardından SSCB’yle kurduğu saldırmazlık paktının Batılı güçleri tedirgin ederek silahlanmaya yöneltmesiyle başladı. SSCB de bu gelişme karşısında, kapitalist güçlerin kendisine saldıracağı paranoyasına girdi. Karşılıklı güvensizlik nihayetinde II. Dünya Savaşı’yla sonuçlandı.
II. Dünya Savaşı sonrasında, liberal Batı ve komünist Doğu bloğu arasındaki rekabete dayanan iki kutuplu bir düzen ortaya çıktı. Soğuk Savaş olarak adlandırılan bu dönem, güvenlik ikileminin dünya çapında hissedildiği ancak taraflar arasında doğrudan bir savaşla sonuçlanmayan bir vaka olarak durmaktadır. Karşılıklı nükleer silahlanmanın ulaştığı boyut nedeniyle olası bir savaşın karşılıklı yok oluşa sebep olacağından, süreç kaçınılmaz olarak bir yumuşama (detant) dönemiyle sonuçlandı. Doğu Bloğu ve SSCB’nin dağılmasının ardından Soğuk Savaş sona erse de, Çin’in uluslararası arenaya büyük bir güç olarak çıkması, güvenlik ikilemi tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Çin ve ABD arasındaki rekabet, yazında “Yeni Soğuk Savaş” ve “Ticaret Savaşları” gibi kavramlarla tanımlanmaya başlandı. Bununla birlikte “Thukididis Tuzağı” kavramı da tekrar uluslararası ilişkiler alanında bir tartışma konusu haline geldi. Graham T. Allison, uluslararası hegemon bir gücün yerini almakla tehdit eden başka bir gücün ortaya çıktığı 16 tarihsel örnekten 12’sinin savaşla sonuçlandığını gösteren bir çalışma kaleme aldı. Allison, Thukididis Tuzağı olasılığının Çin ve ABD arasındaki rekabette de bulunduğunu belirtti. Allison’un bu tezine karşılık Joseph S. Nye ise, Çin’in yükselişinin Thukididis Tuzağı’yla değil, Çin’in iç sorunlarından dolayı Kindleberger Tuzağı’yla sonuçlanacağı görüşünü ileri sürdü. Birleşik Krallık’ın zayıflamasıyla ortaya çıkan liderlik boşluğunu ABD’nin doldurmaktaki yetersizliğinin 1929 Büyük Buhranı’na yol açtığını savunan Kindleberger, Nye’nin Çin-ABD eksenindeki dinamikleri değerlendirmesinde ilham kaynağı oldu. ABD’nin çok taraflı ticaret taahhütlerinden geri durması ve iklim anlaşmalarında çekimser tutumu, küresel kamu mallarının sağlanmasında Çin’i bir alternatif olarak ön plana çıkardı. Ancak Çin’in dış yardımlar ve yumuşak güç konusunda yetersiz kalması, onu ABD’ye karşı inandırıcı bir alternatif güç olmaktan uzak tutmaktadır. Bu nedenle, uluslararası sistemdeki istikrarsızlığın kaynağı Nye’ye göre, Thukididis Tuzağı’ndan ziyade Kindleberger Tuzağı’ndan kaynaklanmaktadır.
SSCB’nin dağılmasının ardından, ABD liderliğinde zirveye ulaşan küreselleşme, üretimin Batı’dan; daha ucuz iş gücü ve hammadde kaynaklarına sahip olan Doğu’ya kaymasına vesile oldu. Bu durumu lehine çeviren Çin, ABD’ye alternatif bir küresel güç olma potansiyeliyle uluslararası arenaya çıktı. Ne var ki Çin, gerek askerî güç gerekse yumuşak güç açısından ABD’ye kıyasla halen zayıf kalmaktaydı. Hatırlamak gerekirse, ABD’nin liderlikten uzak tutumu Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı’nı tetiklerken, bu süreç Birleşik Krallık’ın büyük devlet olma niteliğini sonlandırarak ABD’nin yükseldiği bir ortam yaratmıştı. ABD’nin 21. yüzyılda tekrar içe kapanmaya yönelmesi, Çin’i Kindleberger Tuzağı’nın içine düşürme stratejisi olarak değerlendirilebilir. Zira böylece ABD, küreselleşmeden doğan dezavantajını, lidersiz bıraktığı küresel sistemin istikrarsızlığı içerisinde Çin’i boğarak telafi edebilecekti. Ancak Çin’in son dönemdeki silahlanma ve yumuşak güç olma yönündeki atılımları, süreci yeniden bir Thukididis Tuzağı’na doğru evirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, Çin-ABD geriliminin nihai olarak bir Thukididis Tuzağı’na dönüşüp dönüşmeyeceği halen belirsizliğini korumaktadır.

Kaynak: Mohammedreza Hafeznia, Strategic Foult in the World, 25.12.2023 https://www.geopolitic.ro/2018/11/active-geostrategic-faults-world-2/
Kaynak: Mohammedreza Hafeznia, Strategic Foult in the World, 25.12.2023 https://www.geopolitic.ro/2018/11/active-geostrategic-faults-world-2/
Yukarıdaki haritada görüleceği üzere Çin ve ABD arasındaki rekabetten doğan doğu jeostratejik fay hattı, Tayvan sorunu üzerinden test edilse de, henüz iki güç arasında doğrudan bir çatışmaya alanına dönüşmedi. Ancak AB ve Rusya’nın batı jeostratejik fay hattındaki Ukrayna üzerinden süren rekabeti Thukididis Tuzağı’na doğru ilerlemektedir.
ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında yıkılan Avrupa’nın toparlanmasında rol oynamakla kalmayıp, AB’ye giden süreçteki Avrupa bütünleşmesinin de destekçisi olmuştu. Soğuk Savaş denklemi içerisinde AB, ekonomik gücü ve refahıyla komünist Doğu’ya karşı liberal dünyanın bir propaganda merkezine dönüşmüştü. ABD, NATO şemsiyesi altında Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlamaktaydı. Bu sayede Avrupa ülkeleri düşük savunma harcamalarıyla kalkınmaya odaklanabilirken, bütünleşme birliği ticari bir dev haline getirdi. SSCB’nin dağılmasının ardından NATO’yla birlikte hareket eden AB; Ukrayna, Belarus ve Moldova dışındaki tüm Doğu Avrupa ülkelerini birliğe dâhil etti. Başlangıçta liberal dünyaya katılmaya hevesli görünen Rusya Federasyonu ise Batı dünyası tarafından hâlâ bir tehdit unsuru olarak algılanmaktaydı. Zira Batı nezdinde Rusya, devlet geleneği ve imparatorluk zihniyetiyle Batılı değerlere uyum sağlamaktan uzak bir noktada durmaktaydı. Özellikle 2012 yılından sonra Rusya, Batı’nın korkularını haklı çıkarırcasına daha muhafazakâr, otoriter ve devletçi bir yapılanmaya yöneldi. 2013’te Ukrayna’da Yanukoviç’in, Ukrayna-AB Ortaklık Anlaşması’nı reddederek Avrasya Ekonomik Topluluğu’na yakınlaşmayı tercih etmesi, Yevromaydan protestolarını tetikledi. Bu protestoların ardından Yanukoviç görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Rusya’ya göre protestolar, Ukrayna’nın iç işlerine Batı merkezli bir müdahaleydi. Ardından Rusya, Kırım’ı ilhak etti. Donbas bölgesini doğrudan ilhak etmek yerine, bölgedeki belirsizliği sürdürerek Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğini hukuki olarak engelleme yöntemini seçti. Ancak Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin NATO ve AB’ye üyelik konusundaki ısrarcı tutumu ve Batı tarafından bu girişimlerin olumlu karşılanması, 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya askerî müdahalesine neden oldu. Ukrayna Savaşı, bölgesel bir çatışma olduğu kadar aynı zamanda bir Batı-Rusya vekâlet savaşı niteliği de taşımaktaydı. Üç yıl boyunca tüm yaptırımlara rağmen ekonomisi beklenenden az sarsılan ve bir savaş makinesine dönüşen Rusya karşısında Avrupa’nın tehdit algısı arttı. Avrupa’da, Rusya’nın Baltık ülkelerine veya Polonya ve Romanya üzerinden ilerleyeceği paranoyası yükselmeye başladı. Özellikle 2024’te Trump’ın yeniden başkan seçilme ihtimalinin yarattığı belirsizlik ve ABD’nin AB’yi savunma konusunda yalnız bırakacağı endişesi, Avrupa’nın silahlanma yönündeki adımlarını hızlandırdı. Mevcut tablo, Avrupa’da Rusya tehdidi algısının, Rusya’da ise Avrupa tehdidi algısının arttığı ve bu kısır döngü içinde tarafların saldırganlığını artırdığı tipik bir Thukididis Tuzağı’na doğru ilerlemektedir.
Bazı analistler, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın AB ve Rusya gibi iki büyük gücü zayıflatırken, Çin ve ABD’nin yükselerek Doğu-Batı çatışmasının net bir şekilde bu iki merkezde toplanacağı beklentisindeydi. Bazı analistlere göre ise Ukrayna Savaşı, Batı karşısında kurulabilecek bir Çin-Rusya bloğunun Rusya kanadını zayıflatma girişimiydi. Ancak gelinen noktada Rusya, beklenen darbeyi almamakla birlikte uluslararası saygınlığını yeniden tesis etmeye başladı. Diğer taraftan, Çin Komünist Partisi’nin son kongresinde Tayvan meselesinde daha agresif bir tutum takınacağının sinyallerini vermesi, uluslararası arenada daha aktif bir aktör olma çabası olarak yorumlandı. Sonuç olarak, sürecin hem Batı hem de Doğu’daki jeostratejik fay hatları üzerinde cereyan edebilecek bir Thukididis Tuzağı’na doğru ilerlediğini söylemek mümkün görünmektedir.






