Sosyoloji

Hayvan Sahiplenmek Bizi Gerçekten İyi İnsan Yapar mı?

Modern toplumda evcil hayvanların yeri her zamankinden daha merkezi hale geldi. Özellikle kent yaşamının hızlandığı, insan ilişkilerinin zayıfladığı bir çağda, hayvanlar birçok insan için sadece bir dost değil; bir aile üyesi, bir sırdaş, bir psikolojik destek unsuru haline gelmiştir.

Hayvan sahiplenmenin birey üzerindeki olumlu etkilerini ortaya koyan pek çok bilimsel çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar; evcil hayvanların sunduğu koşulsuz sevginin yalnızlığı azalttığını, stresi dindirdiğini, sorumluluk duygusunu geliştirdiğini ve özellikle çocuklarda empati yeteneğini artırdığını vurgular. Bu bağlamda sahiplenme, potansiyel olarak bireyi daha şefkatli ve duyarlı bir insan yapma gücünü barındırır. Ancak, günümüz tüketim kültürü ve sosyal yapılar üzerinden konuya eleştirel bir gözle bakıldığında, bu “iyileştirici” eylemin toplumsal gerilimleri besleyen, hatta bireyi türdeşlerinden uzaklaştıran çelişkili bir sürece dönüşme ihtimali de ortaya çıkmaktadır.

Günümüzde hayvan sahiplenme pratiği, ne yazık ki genellikle bu doğal ve saf bağlamdan sapmaktadır. Hayvanlar, kendi öz doğalarına uygun bir canlı olarak görülmek yerine, çoğu zaman insanlaştırılmakta ve hatta birer objeye dönüşmektedir. Köpek veya kedi ırkı, onlara yapılan aşırı tüketim (özel kıyafetler, lüks mamalar, pahalı aksesuarlar ve sağlık harcamaları) bir statü sembolü haline gelmiştir.

Bu durum, toplumda yeni ve çarpık bir sınıfsallığın doğmasına yol açmaktadır. İnsanlar arasındaki ekonomik ve sosyal ayrımlar, hayvanların bakımı üzerinden yeniden üretilmekte; bir nevi hayvanlar arasında da “sokak hayvanı” statüsü ile “elit” evcil hayvan statüsü gibi sınıflar ortaya çıkmaktadır. Kendi öz bakımını zar zor sağlayan veya sokaklarda yaşam mücadelesi veren binlerce insan varken, bazı üst sınıfların evcil hayvanları için harcanan yüz binlerce liralık bütçeler, onları tüketim zincirinde çoğu insandan dahi üst bir konuma yerleştirebilmektedir.

İşte bu çelişki, toplumsal sınıflar arasında ciddi bir gerilim yaratmaktadır. Kendi yoksulluğu ve zor yaşam koşulları içinde mücadele eden gruplar, bu aşırı ve statü temelli hayvan sahipliğine tanık oldukça, genel olarak hayvanlara karşı ‘’öfke’’ besleyen bir unsura dönüşebilmektedir. Hayvanlar, sevgi nesnesi olmaktan çıkıp, toplum içindeki ekonomik eşitsizliğin ve ayrışmanın toplumsal kutuplaşma nesnesi haline gelebilmektedir. Bu bağlamda hayvanlara karşı gelişen bazı toplumsal grupların öfkesine tepki olarak, hayvan sahipleri de daha agresif ve savunmacı bir konumda yer alabilmekte, bu da çatışmayı daha da derinleştirmektedir.

Öte yandan, Bir başka çarpıcı mesele de, hayvanların insanların yalnızlıklarına “yama” yapılması. İnsanlar arasındaki bağların zayıfladığı, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerinin yüzeyselleştiği bir ortamda hayvanlar, bazen bu boşluğu dolduran tek varlık haline geliyor.  Modern hayatın getirdiği güvensizlik, yalnızlık ve sosyal huzursuzluk karşısında, bazı hayvan sahipleri, hayvanlarıyla kurdukları bağı, zorlu insan ilişkilerinin ve sosyalleşme gereksiniminin yerine tercih edilen bir kaçış yolu olarak konumlandırmaktadır. Bu, aslında kendi türdeşlerine karşı hissedilen güvensizliğin bir çıktısına dönüşmekte ve sonuç olarak sosyal bağları zayıflatan bir dinamiğe hizmet etmektedir.

Tüm bu çelişkiler içinde, bir yandan hayvan sevgisinin yaygınlaşması olumlu bir gelişmeyken, diğer yandan bunun tüketim kültürü ve sınıfsal yapılarla iç içe geçmesi hayvanların doğasına aykırı, insan merkezli bir sistemin ürünüdür.

Sonuç olarak, hayvan sahiplenmek doğası gereği iyi bir eylem olsa da bu isteğin sağlıklı bir şefkat ve sorumluluk noktasından değil de, yalnızlık, statü göstergesi veya insan ilişkilerinden kaçış gibi çarpık motivasyonlardan kaynaklanması, bireyi “daha iyi bir insan” yapmaya yetmeyebilir. Bu durum, ne aşırı tüketilen hayvanlar ne de bu tüketimi izleyen insanlar için yararlı bir ilişki modeli yaratır. Oysaki insaniyetin temelinde duran insan haklarının daha korunaklı hale gelmesi için, hayvan haklarının geliştirilmesi de elzemdir. Zira tarih boyunca ve günümüzde, birçok insan ve toplumsal grup, dehumanizasyon adı verilen ve onları insanlık dışı, hayvan benzeri veya zararlı varlıklar olarak gösteren bir süreçle hedef alınarak katledilmiştir. Bu “hayvansallaştırma” taktiği, belirli bir grubun insanlık onurunu elinden almayı, böylece onlara yönelik her türlü şiddeti ve soykırımı meşrulaştırmayı amaçlar. Örneğin, II. Dünya Savaşı’nda Naziler, Yahudileri “zararlı parazitler” veya “fareler” olarak etiketleyerek Holokost’un ideolojik zeminini hazırlamış; 1994’teki Ruanda Soykırımı’nda ise Hutu iktidarı, Tutsileri “hamam böcekleri” diye nitelendirerek yüz binlerce insanın katledilmesine yol açmıştır. Bu bağlamda insan haklarını korumak adına hayvan haklarını da korumak gerekmektedir. Ancak hayvanların lüks bir metaya dönüşmesi, toplumsal sınıfların bir oyuncağı haline gelmesi ve sosyal gerilimleri beslemesi, hem insan hem de hayvan haklarının temelindeki şefkat ve adalet kavramını sorunsallaştırmaktadır.

Visited 1 times, 1 visit(s) today

Close