Günümüzde siyasi tartışmaların odağında iç meselelerden ziyade dış politika haberlerinin ve küresel gelişmelerin yer alması, ulusal egemenliğin ve halk iradesinin giderek zayıfladığı bir boyuta evrildiğine işaret etmektedir. Bu dönüşüm, demokratik gerileme ve halkların siyasetteki pasifleşmesiyle birlikte, egemenliğin küresel güç dinamiklerine göre şekillendiği yeni bir çağın habercisidir. Bu eğilim, sadece çevre ülkelerinde değil, giderek merkez ülkelerde de gözlemlenmektedir.
Demokratik Gerileme ve Halkın Etkisizleşmesi
Modern demokrasilerde “demokratik gerileme” ve “izleyici demokrasisi” kavramları, siyasetin giderek daha fazla elitler ve teknokratlar tarafından yürütüldüğünü, halkın ise periyodik seçim ritüelleri dışında bir izleyici konumuna itildiğini ifade etmektedir. Küreselleşme, karmaşık ekonomik bağlar ve ulusötesi krizler, ulusal hükümetlerin manevra alanını daraltırken, sıradan vatandaşların siyasi süreçlere etki etme gücünü zayıflatmaktadır. Halkların bu süreçteki pasifliği, yalnızca otoriter rejimlere özgü bir durum değildir; Batı demokrasilerinde dahi karar alma mekanizmalarının halktan uzaklaşması, yaygın bir endişe kaynağıdır. İktidarın bir parçası olsalar dahi, oyunun kurallarının kendi kontrolleri dışında belirlendiğinin farkındadırlar. Bu durum, ulusal iktidarları da zor durumda bırakmaktadır. Zira küresel güçlerin taleplerine karşı manevra alanları daralmakta, elleri zayıflamaktadır. Halkın iktidarları sorgulamadığı bir ortamda ise küresel güç dinamiklerinin siyasi ve ekonomik operasyonları ile iktidarlara istediklerini yaptırmak daha da kolaylaşmaktadır. Bu durumda ulusal iktidarlarla ve halkların çıkarlarının çatışır hale gelmesi ulus devletleri daha kırılgan ve dış müdahaleye daha açık hale gelmektedir.
Uluslararası sistemdeki küresel güç dağılımı ve büyük devletlerin etkisi, ulusal egemenliğin temel belirleyicisi haline gelmiştir. Uluslararası İlişkiler teorilerinden Realizm’in temel önermelerini doğrular nitelikte, uluslararası sistemin anarşik yapısı içinde devletlerin temel amacı güç ve güvenliklerini maksimize etmektir. Bu oyunda büyük güçler (great powers) belirleyicidir ve küçük devletlerin kaderi, çoğu zaman onların çıkarlarına ve aralarındaki pazarlıklara bağlıdır. Bu durum, 1648 Westphalia Antlaşması ile formüle edilen klasik egemenlik anlayışının ne denli aşındığını da gözler önüne seriyor. Westphalian modeli, bir devletin kendi sınırları içinde en üstün otorite olduğunu ve dış müdahalelerden ari olduğunu varsayarken, günümüzde egemenlik, ulusal bir haktan ziyade, uluslararası güçler tarafından bahşedilen veya geri alınan bir imtiyaza dönüşmüştür.
Merkez Ülkelerde de Değişen Dinamikler
Dünya Sistemleri Teorisi’nin “merkez-çevre” ayrımında, çevre ülkelerin kaderinin her zaman merkez ülkelerin ekonomik ve siyasi çıkarlarına bağlı olduğu savunulurdu. Ancak bugün, bu dinamiğin sadece “çevre” olarak adlandırılan ülkelerle sınırlı kalmadığı görülmektedir. Merkez ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerde dahi benzer bir hiyerarşi ve vasallaşma eğilimi gözlemlenmektedir. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Avrupalı liderleri karşısına dizip onları ticari ve askeri anlamda hizaya getirme çabası, bu durumun en net göstergelerindendir. Keza, Almanya’nın II. Dünya Savaşı’ndan bu yana siyasi yapısının, Amerikan çıkarlarıyla uyumlu merkez partiler etrafında şekillendirildiği ve bağımsız bir dış politika izleme kapasitesinin sınırlı olduğu yönündeki eleştiriler, bu yeni gerçekliği desteklemektedir. Bu, merkez ülkelerde de “demokratik gerileme” ve halkların pasifleşmesiyle birlikte, iktidarların uluslararası güç dengesine göre belirlenir hale geldiğini göstermektedir.
Suriye Örneği
8 Aralık’ta Baas rejiminin Suriye’de çöküşü, on yılı aşkın süren savaşın ardından şaşırtıcı bir sessizlikle gerçekleşti. Ne rejimin on binlerce kayıp vererek savunduğu Suriye ordusu anlamlı bir direniş gösterdi ne de rejimin azımsanmayacak büyüklükteki sivil destekçi tabanı sokaklara döküldü. Bu sessiz devir, yaşananların klasik bir halk devriminden çok, bir satranç oyununun son hamlesine benzediğini göstermektedir. Yıllarca süren vekalet savaşlarının ardından rejimin düşüşü, halkın kolektif bir eylemiyle değil, küresel aktörlerin, özellikle de Rusya ve ABD’nin ortak bir zeminde buluşmasıyla mümkün oldu. Askerlerin üniformalarını çıkarıp sessizce evlerine dönmesi, halkın ise olan biteni bir seyirci gibi izlemesi, egemenliğin iç dinamiklerden ne kadar koptuğunun kanıtıydı. Suriye’de Esad rejiminin ayakta kalması nasıl Rusya’nın askeri ve siyasi desteğine bağlı idiyse, çöküşü de bu desteğin çekilmesi veya en azından farklı bir dengeye razı olunmasıyla gerçekleşmiştir. Kurulacak yeni yönetimin meşruiyeti, yapılacak bir seçimden veya halkın rızasından değil, doğrudan küresel ve bölgesel güçlerin (ABD, Rusya, Türkiye, İran, Körfez ülkeleri) onayı ve uzlaşısından gelecektir. Suriye, ulusal egemenliğin ve halk iradesinin sembolikleştiği, asıl belirleyicinin ise küresel güç mücadelesi olduğu yeni bir düzenin bir örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Sonuç olarak Suriye örneğiyle de pekişen bu küresel eğilim, egemenliğin artık halkın elinden alınıp büyük güçlerin diplomatik masalarına rehin bırakıldığını göstermektedir. Halklar, tarihte hiç olmadığı kadar etkisiz bir konumda bulunurken, egemenliğin yeni kaynağı gittikçe küresel güç dengeleri ve devletlerarası ilişkilerin konumu tarafından belirlenmektedir. İç siyaset tartışmaları yerini bölgesel krizlere, ideolojik ayrımlar ise dış politika pazarlıklarına bırakmış durumdadır. Bu yeni dünya düzeninde egemenlik, uluslararası konjonktürün ve büyük güçlerin çıkarlarının bir dengesi veya yansıması olarak yeniden tanımlanabilir.