9:10 am İkbal Vurucu, Politika, Siyaset

İkinci Kürt Açılımı: Amaçlar, Dinamikler ve Türkiye’ye Etkileri

Giriş

Türkiye’nin yakın siyasî tarihinde “Kürt açılımı” olarak anılan süreçler, etnik, siyasî ve anayasal düzeyde önemli tartışmalara yol açmıştır. Bu bağlamda “ikinci açılım süreci” olarak nitelendirdiğimiz güncel gelişmeler gerek iç gerekse dış dinamikler açısından önceki deneyimlerin bir devamı niteliğindedir. Kamuoyunda “Terörsüz Türkiye”, “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” veya “Çözüm Süreci” gibi çeşitli adlarla anılan bu girişimler, esasen “Kürt sorununa” dair siyasî çözüm arayışlarının parçası olarak yürütülmektedir. Bu çalışmada, ikinci Kürt açılımının amaçları, kullanılan yöntemler, iç ve dış siyasî dinamikler ile Türkiye’nin millî ve üniter yapısına muhtemel etkileri analiz edilmektedir.

Kavramsal Çerçeve ve Süreç Adlandırmaları

Siyasî iletişimde süreçlerin adlandırılması, yalnızca semantik bir tercih değil, aynı zamanda politik meşruiyet üretimi açısından stratejik bir araçtır. Bu bağlamda, Türkiye’de “Kürt açılımı” olarak adlandırılan sürecin terminolojisi, sürecin farklı evrelerinde siyasî iktidar tarafından sürekli olarak yeniden çerçevelenmiş ve kamuoyunun tepkisine göre uyarlanmıştır. İlk kez 2009 yılında dönemin hükümeti tarafından “Kürt açılımı” ifadesiyle kamuoyuna sunulan süreç, kısa sürede geniş kesimlerden gelen millîyetçi ve güvenlik odaklı tepkiler nedeniyle yeni bir isimlendirmeye tabi tutulmuştur. Süreç bu aşamadan sonra sırasıyla “Demokratik Açılım”, “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” ve nihayetinde “Çözüm Süreci” olarak yeniden tanımlanmıştır. Her bir adlandırma, devletin söylemsel pozisyonunu yeniden kurgulamakta ve sürecin kamuoyundaki algısını yönlendirmeye dönük bir meşruiyet üretme çabasına işaret etmektedir.

Bu bağlamda adlandırma stratejileri, Erving Goffman’ın çerçeveleme (framing) teorisiyle açıklanabilir. Goffman’a göre olaylar ve süreçler, toplumsal kabul görmek için belirli bilişsel çerçeveler içerisinde sunulur. Goffman, çerçeve fikrinin, insanların nesneleri ve olayları anlamlandırmasını sağlayan kültürel olarak belirlenmiş gerçeklik tanımlarını ifade ettiğini belirtir. Bu açıdan, “Kürt açılımı” gibi doğrudan etnik referans içeren bir terim, Türkiye’deki üniter devlet yapısı hassasiyetleri ve etnik kimlik siyasetinin sınırları dikkate alındığında, toplumsal kaygıları artırıcı bir etki yaratabilir. Buna karşın “demokratik açılım” veya “millî birlik” gibi kapsayıcı ve yumuşatılmış ifadeler hem çoğunluk toplumun tepkilerini yatıştırmayı hem de millî birlik fikrini korumayı amaçlamaktadır.

Bu tür terminolojik dönüşümler yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Örneğin Birleşik Krallık’ta Kuzey İrlanda barış süreci, uzun yıllar boyunca “IRA ile müzakere” ifadesi yerine “barış süreci” ya da “toplumsal uzlaşı girişimi” gibi adlandırmalarla anılmıştır. Benzer biçimde, İspanya’da Bask sorunu bağlamında kullanılan “ETA ile diyalog” yerine “demokratik bütünleşme süreci” gibi kavramlar tercih edilmiştir. Bu örnekler, devletlerin şiddet ve kimlik temelli sorunları çözmeye çalışırken, süreci kamuoyuna anlatma biçimlerinin nasıl siyasî bir mühendislik faaliyeti olarak işlediğini göstermektedir.

Normatif düzeyde değerlendirildiğinde, demokratik rejimlerde süreç adlandırmaları şeffaflık, hesap verebilirlik ve çoğulculuk ilkeleriyle uyumlu olmalıdır. Ancak Türkiye’deki süreç terminolojisinin sıkça değiştirilmesi, hem sürecin ilkesel değil pragmatik temelde yürütüldüğü eleştirilerini doğurmakta, hem de kamuoyunun güven duygusunu zayıflatmaktadır. Sürecin ne olduğuna dair ortak bir söylem inşa edilemediği sürece, toplumsal mutabakatın sağlanması da mümkün değildir.

Bu bağlamda, son yıllarda yeniden gündeme gelen sürecin doğrudan “Kürt açılımı” olarak değil, “terörsüz Türkiye”, “normalleşme”, “yumuşama” veya “toplumsal barış” gibi terimlerle tanımlanması, sürecin etnik kimlik taleplerinden arındırılarak güvenlik temelli bir normalleşme çerçevesinde yeniden sunulduğunu göstermektedir. Bu durum, açılımın içeriğinden çok, algılanış biçimini belirleyen söylemsel bir mühendislik süreci olarak işlev görmektedir.

Siyasî sonuçlar bakımından değerlendirildiğinde, süreç adlandırmalarının değişimi, hükümetin farklı siyasî aktörlerle (milliyetçiler, Kürt kökenli seçmen, uluslararası kamuoyu) kurduğu ilişkiyi yeniden düzenleme kapasitesi kazandırmaktadır. “Demokratik açılım” ifadesi ile dışarıda Avrupa ve içeride Batıcı kamuoyunun desteği hedeflenirken, “millî birlik” söylemi ile milliyetçi çevrelere güvence verilmeye çalışılmış; “çözüm süreci” ile ise taraflar arasında teknik bir müzakere zeminine işaret edilmiştir. Güncel süreçte ise adlandırmadan uzun süre bilinçli biçimde kaçınılması, herhangi bir siyasî maliyet üstlenmeden sürecin yürütülmesine imkân tanıyan pragmatik bir tercihe dayanmaktadır.

Kısacası, süreç adlandırmalarındaki bu değişkenlik, Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümüne yönelik politikaların istikrarsız doğasını ve siyasî iktidarın stratejik dil kullanımını açığa çıkarmaktadır. Kavramların bu biçimde yeniden inşası, yalnızca söylemsel bir müdahale değil, aynı zamanda siyasî alanın yeniden dizayn edilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, açılım süreçlerinin sadece içerikleri değil, terminolojileri de bilimsel analizlerin merkezinde yer almalıdır.

Terörle Mücadele ve Açılım Sürecindeki Çelişkiler

Terörle mücadele politikaları ile Kürt açılımı süreçleri arasındaki gerilim, Türkiye’nin Kürt meselesine dair son yirmi yıllık tecrübesinde belirgin biçimde gözlemlenmektedir. Bu çelişkili durum, özellikle devletin resmi söyleminde PKK terör örgütünün neredeyse etkisiz hale getirildiği yönündeki beyanlar ile paralel biçimde, hâlen örgüte silah bırakma çağrılarının yapılması arasında ortaya çıkan tutarsızlıkta somutlaşmaktadır. İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalarda, örgütün kırsal alandaki eylem kapasitesinin büyük ölçüde sınırlandığı, kalan militan sayısının çok azaldığı ve bireysel kimlik bilgilerinin, hatta “ayakkabı numaralarının” dahi devletin elinde olduğu sıkça vurgulanmıştır. Buna rağmen, kamuoyuna yönelik açıklamalarda ve siyasî beyanlarda sürekli “silah bırakma” çağrılarının yenilenmesi, açılım sürecinin arkasındaki siyasî mantığın yalnızca güvenlik odaklı olmadığını, aynı zamanda daha geniş kapsamlı sosyo-politik hedefler taşıdığını göstermektedir.

Bu çelişki, güvenlikçi söylemin araçsallaştırılmasıyla, açılım sürecinin yalnızca terörle mücadele perspektifinden değil, aynı zamanda anayasal kimlik inşası, uluslararası meşruiyet arayışı ve seçim stratejileri gibi daha geniş siyasî hedeflerle ilişkilendirildiğini göstermektedir. Bu bağlamda “silah bırakma” söylemi, teknik bir güvenlik hedefi olmaktan çok, bir tür siyasî sembol işlevi görmekte; hem muhalefetin hem de kamuoyunun sürece dair pozisyonlarını yeniden şekillendirmede kullanılmaktadır.

Ayrıca, bu söylem stratejisi, devletin hem içeride hem de dışarıda iki yönlü bir denge siyaseti izlediğini göstermektedir. Uluslararası aktörlere karşı, demokratikleşme ve çözüm iradesini gösterme amacı taşıyan bu tür mesajlar, aynı zamanda iç kamuoyunda milliyetçi seçmenin güvenlik taleplerini karşılamak amacıyla kontrollü bir biçimde kullanılmaktadır. Söz konusu çelişki, aynı zamanda anayasal düzenlemeler ve üniter devlet yapısı tartışmaları bağlamında da anlam kazanmaktadır. Güvenlik tehdidinin minimuma indiği bir ortamda dahi “açılım” sürecinin sürdürülmesi, meselenin bir “anayasal hak ve statü” mücadelesi bağlamında yeniden çerçevelendiğini ve açılım politikasının yalnızca askeri sonuçlarla sınırlı olmadığını göstermektedir.

Normatif açıdan değerlendirildiğinde, uluslararası hukukta silahlı gruplarla müzakere süreçlerinin meşruiyeti, genellikle örgütün koşulsuz silah bırakması, halk nezdinde bir temsil kabiliyetine sahip olup olmadığı ve müzakere süreçlerinin şeffaf, hesap verebilir ve insan haklarına dayalı olması gibi ilkelerle belirlenmektedir. Türkiye’de bu kriterlerin yeterince karşılanmadığı, sürecin çoğu zaman gizli yürütüldüğü ve kamu denetiminden uzak olduğu yönünde eleştiriler mevcuttur. Bu durum, açılım sürecine ilişkin şeffaflık, hesap verebilirlik ve süreklilik gibi temel normatif ilkelerin zayıfladığını ve sürecin bir tür “ad hoc” stratejik araç haline geldiğini ortaya koymaktadır.

Kısacası Türkiye’de terörle mücadele ve açılım politikaları arasındaki çelişkili dil, devletin güvenlik odaklı söylemi ile partilerin gizli politik gündemi veya siyasî mühendislik hedefleri arasındaki stratejik ayrımı ortaya koymaktadır. Bu durum, hem kamuoyunda kafa karışıklığına yol açmakta hem de demokratikleşme perspektifinden açılım sürecinin meşruiyetini tartışmalı hale getirmektedir. Akademik düzeyde bu çelişkilerin daha net biçimde kavramsallaştırılması, çözüm süreçlerinin demokratik normlar çerçevesinde nasıl yürütülmesi gerektiğine dair daha sağlıklı bir tartışma zemini oluşturacaktır.

Dış Dinamikler: Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Türkiye’nin Jeopolitik Konumlanışı

İkinci Kürt açılımı sürecinin uluslararası boyutu, sadece Türkiye’nin iç siyasî dinamikleriyle değil, aynı zamanda küresel güçlerin Ortadoğu bölgesine dair stratejik yönelimleriyle de yakından ilişkilidir. Özellikle Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (Greater Middle East Initiative – GMEI ya da GOKAP), 2000’li yılların başından itibaren ABD öncülüğünde bölgeye yönelik demokratikleştirici ve dönüştürücü bir dış politika çerçevesi sunmuştur. Bu proje çerçevesinde rejim değişiklikleri, sivil toplumların desteklenmesi, etnik ve dinî azınlıkların siyasî sisteme entegrasyonu gibi başlıklar öne çıkarılmıştır. Türkiye, bu süreçte hem model ülke hem de aktif uygulayıcı rolüyle konumlandırılmıştır.

Suriye İç Savaşı bu dönüşümün en kritik kırılma noktalarından biri olmuştur. Türkiye’nin Beşar Esad rejimine karşı açık pozisyon alması, yalnızca dış politika yönelimiyle değil, iç politika dinamikleriyle de doğrudan ilişkili bir tercihi yansıtır. Özellikle 2011 sonrası dönemde Türkiye’nin Esad karşıtı tutumu, Sünni Arap muhalefetinin desteklenmesi, Kürtlerin özerkleşmesini engelleme çabası ve ABD’nin YPG-PYD ile kurduğu ilişkiyi dengeleme stratejisiyle birleşmiştir. Bu durum, Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeleri yalnızca sınır ötesi bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda iç siyasî denklemle bağlantılı bir millî bütünlük meselesi olarak ele aldığını göstermektedir.

Karşılaştırmalı olarak bakıldığında, benzer jeopolitik açılımlar Arap Baharı sonrası Ortadoğu’nun pek çok ülkesinde farklı sonuçlar doğurmuştur. Örneğin, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelişi ve ardından askeri darbe ile devrilmesi sürecinde, Türkiye benzer ideolojik yakınlıkla hareket etmiş; ancak bu pozisyon dış politikada ciddi yalnızlaşma sonucunu doğurmuştur. Irak ve Libya’da ise rejim değişiklikleri sonrası oluşan kaotik ortam, Türkiye’nin güvenlik önceliklerini yeniden tanımlamasına neden olmuştur.

Bu çerçevede, GOKAP’ın temel bileşenlerinden olan kimlik temelli açılımlar, Türkiye’deki Kürt meselesiyle ilişkilendirildiğinde, açılım sürecinin sadece içsel bir barış politikası değil, aynı zamanda Batılı müttefiklerle kurulan stratejik bir uyum çabası olduğu sonucuna ulaşılır. Ne var ki, bölgedeki gelişmelerin Türkiye’nin beklediği şekilde sonuçlanmaması (örneğin YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde fiilî bir özerklik kazanması), bu dış politik yönelimin iç siyaset üzerindeki etkilerini karmaşıklaştırmış ve açılımın meşruiyetini zedelemiştir.

İç Dinamikler: Siyasî İktidarın Stratejik Hesapları ve Açılımın Araçsallaştırılması

Kürt açılımı süreci, normatif olarak bir barış projesi olarak sunulmakla birlikte, Türkiye’deki siyasî iktidarın stratejik hedefleriyle doğrudan ilişkilidir. Bu anlamda süreç, yalnızca etnik temelli bir uzlaşma girişimi değil, aynı zamanda iktidarın sürekliliğini sağlama, anayasal dönüşümler için gerekli siyasî desteği oluşturma ve muhalefeti bölme amacıyla da araçsallaştırılmıştır.

Kürt kökenli seçmeni temsil iddiasındaki HDP/DEM’nin meclisteki rolü, siyasî iktidar açısından hem bir tehdit hem de potansiyel bir müzakere ortağı olarak algılanmıştır. Dolayısıyla açılım süreci, bir yandan DEM’i sistem içine çekmeyi hedeflerken, öte yandan bu partinin meşruiyet zeminini denetim altına alarak kontrollü bir temsil alanı yaratma stratejisi izlemiştir. Ama ortaya çıkan sonuç, DEM-PKK’nın Kürtlerin temsilcisi konumuna oturtulması ve Türk toplumuna ve devletine bağlı olan Kürt kökenli yurttaşların yalnızlaşması tehlikesi olmuştur. Bu stratejinin başarısını mümkün kılan en önemli unsur, muhalefet blokunun dağınık ve etkisiz yapısıdır. Özellikle açılım sürecine dair net bir tutum sergileyemeyen ana muhalefet, iktidarın Kürt meselesini kendi hegemonik siyasetinin bir parçası haline getirmesini engelleyememiştir. Bu durum, sürecin giderek toplumsal barışı hedefleyen bir müzakere zemininden uzaklaşarak, partizan bir denge oyunu haline gelmesine yol açmıştır.

Normatif açıdan değerlendirildiğinde, demokratik bir rejimde barış süreçlerinin siyasî faydacılık temelinde değil, hukukun üstünlüğü, bireysel eşitlik temelli yurttaşlık, şeffaflık ve sivil toplum katılımı gibi ilkeler doğrultusunda yürütülmesi gerekir. Ancak Türkiye örneğinde, süreç çoğunlukla kapalı kapılar ardında yürütülmüş, toplumsal denetimden ve kurumsal güvencelerden yoksun kalmıştır. Bu da sürecin sürdürülebilirliğini zayıflatmış ve geniş toplum kesimlerinde bir meşruiyet krizi yaratmıştır.

Sonuçlar

Genel olarak değerlendirildiğinde, İkinci Kürt Açılımı süreci hem dış politik konjonktür hem de iç politik ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenen hibrit bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hibritlik, süreci hem esnek hem de kırılgan hale getirmiştir. Süreç boyunca atılan adımların siyasî rasyonaliteye değil, anlık konjonktürel çıkar ve risk hesaplarına dayanması, toplumsal güvenin inşasını da zora sokmuştur.

Açılımın uluslararası sistemdeki gelişmelerle paralel ilerlemesi, özellikle AB’nin Türkiye’den beklediği demokratik reformlar ile iktidarın anti-demokratik uygulamalar karşısındaki meşruiyet sınırlarını genişletme stratejisi de doğrudan ilişkilidir. Ne var ki, bu dış baskılarla iç siyasî hedeflerin çakışması, sürecin doğasında yapısal bir çelişki yaratmıştır. Türkiye hem Batılı aktörleri tatmin etmeye çalışmış, hem de içerde milliyetçi-muhafazakâr tabanını kaybetmemeye odaklanmıştır. Bu ikili denge siyaseti, açılım sürecinin hem içeride hem dışarıda ikna edici bir barış stratejisi olmaktan çok, geçici bir taktik manevra olarak algılanmasına neden olmaktadır.

Visited 132 times, 2 visit(s) today

Close