9:53 am İlteriş H. Kutlu, Politika, Siyaset

Filistin’in Son Siperinde Aydınların Mesuliyeti

“Şiir bir uçağı düşüremez ama pilotun kafasını karıştırabilir.”

Mahmud Derviş

Filistin’deki süreç artık yalnızca uluslararası haber ajanslarının soğuk ve mesafeli diliyle aktarılan rakamlardan ibaret görülemeyecek ölçüde, insanlığın vicdanını doğrudan yaralayan ve hafızasına kazınan bir boyuta ulaştı. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan, sivillerin sistematik olarak katledildiği, gazetecilerin öldürüldüğü, çocukların yaşam hakkının acımasızca ellerinden alındığı ve binlerce ailenin köksüz bırakıldığı bir sürecin tanığı hüviyetinde. Bu tablo, hukuki tanımlara indirgenebilecek “çatışma” ya da “gerilim” gibi teknik terimlerle ifade edilemeyecek kadar çıplak bir hakikat taşır; çünkü burada söz konusu olan, evrensel insan haklarının en temel ilkelerinin ihlali ve nitelik olarak soykırımın en net unsurlarını barındıran bir ağır şiddet biçimidir. İşte böylesi bir manzara karşısında “Bir aydının tutumu ne olmalıdır?” sorusu, akademik tartışmaların steril atmosferinde, kuramsal bir alıştırma gibi ele alınabilecek bir konu olmaktan çıkar; ahlaki, vicdani ve entelektüel bütünlüğün sınandığı acil bir zorunluluğa dönüşür. Zira aydın, yalnızca bilgi üreten, sanat icra eden veya düşünce üreten bir figür değil; aynı zamanda kendi toplumunun ve çağının vicdanını diri tutan, hakikati görünür kılma sorumluluğunu üstlenen, adaletsizlik karşısında suskunluğu reddeden bir tanıktır. Jean-Paul Sartre’ın, “Yazmak, dünyayı değiştirmek istemektir” sözü, işte tam da böylesi zamanlarda gerçek anlamına kavuşur. Eğer kalem, fırça ya da söz, bu ölçekteki bir adaletsizlik karşısında sessizliğe bürünürse, o sessizlik yalnızca edilgen bir suskunluk olarak kalmaz; bizzat zulmün söylemine eklemlenen, ona dolaylı meşruiyet kazandıran bir ortaklığa dönüşür.

Filistin’de yaşanan ağır trajedi, özellikle Türkiye’de ve daha geniş anlamda uluslararası kamuoyunda, çoğu zaman siyasi tartışmaların keskin hatları ve ideolojik kutuplaşmaların dar çerçeveleri içinde ele alınıyor. Oysa bu meselenin, özünde ve bütün çıplaklığıyla, ideolojik hiziplerin ya da politik ittifakların üzerinde yer alan, insan onurunu ve temel yaşam hakkını ilgilendiren evrensel bir insan hakları sorunu olduğunu artık idrak etmeliyiz. Bu hakikati kavramak, yalnızca politik bilincin değil, aynı zamanda tarihsel hafızanın ve etik duyarlılığın da bir gereği. Mahmud Derviş’in şiirlerinde yankılanan kayıp ve sürgün temaları, Gassan Kanafani’nin öykülerinde hayat bulan direnişin sessiz ama inatçı dili ve Edward Said’in akademik analizlerinde ortaya konan derin tarihsel bağlam, bize bu trajedinin yalnızca bölgesel bir çatışma değil; adalet fikrinin evrenselliğini sorgulayan küresel bir mesele olduğunu gösteriyor.

Tam da bu nedenle, aydının ya da toplumun “aydın” payesi verdiği kişinin sorumluluğu yalnızca gerçeği dile getirmekle sınırlı kalamaz; aynı zamanda bu gerçeğin unutturulmasına, çarpıtılmasına ya da görünmez kılınmasına karşı sürekli bir teyakkuz hâlini de kapsar. Böylesi bir sorumluluk, kaçınılmaz olarak risk almayı, konfor alanının güvenli sınırlarının dışına çıkmayı ve gerekirse bedel ödemeyi gerektirir. Sessizlik, kısa vadede bireysel güvenliği koruyabilir; fakat uzun vadede hakikatin yerini propagandanın almasına, adalet talebinin zayıflamasına ve nihayetinde zulmün kalıcılaşmasına zemin hazırlar. Tarih, Bosna’dan Ruanda’ya, Güney Afrika’dan Latin Amerika’ya ve bugün için Doğu Türkistan’a, suskun aydınların bedelini en ağır şekilde toplumların ödediğini göstermiştir. Bugün Filistin’de ve Doğu Türkistan’da yaşananlar karşısında sessiz kalan bir aydının da, kendi çağının vicdan muhasebesinde yargılanması kaçınılmazdır.

Aydın, hangi çağda, hangi coğrafyada ve hangi toplumsal bağlamda yaşarsa yaşasın, hakikati aramak, onu kavramak ve dile getirmek gibi vazgeçilmez bir yükümlülüğe sahiptir. Bu yükümlülük, yalnızca entelektüel bir uğraş veya soyut bir düşünsel etkinlik değil; doğrudan doğruya ahlaki bir duruşun, vicdani bir iradenin ve toplumsal sorumluluk bilincinin somut tezahürüdür. Antik Yunan’da Sokrates’in, halkın hoşuna gitmeyecek soruları meydanlarda yüksek sesle sormaktan geri durmaması; İbn Haldun’un, iktidarın doğasında bulunan çürüme ve yozlaşma eğilimini soğukkanlı bir bilimsel gözlemle tespit edip eserlerinde dile getirmesi; İbn Sina’nın Gazneli Mahmut’un politikalarına olan ağır muhalefeti,  Sartre’ın, Cezayir Savaşı sırasında Fransa’nın sömürgeci politikalarına karşı açık ve ısrarlı bir tavır alması… Sayılarını tarihin her döneminden sayfalarca arttırabileceğimiz bu tarihsel örneklerin her biri, “aydın” kimliğinin yalnızca bilgi üreten bir figür değil, aynı zamanda kendi çağının ahlaki pusulası ve vicdani sesi olduğunu da göstermesi açısından son derece hayatidir.

Bu pusula, “aydın”ı kendi toplumunun sınırlarının ötesine taşır; zira adaletin ihlali, zulmün kurumsallaşması veya insan onurunun sistematik biçimde çiğnenmesi, coğrafi sınırlar tanımaz. Filistin’de sivillerin hedef alınması, zorla yerinden edilmeler ve temel yaşam haklarının yok edilmesi, görmezden gelindiğinde yalnızca Filistin halkını değil, insanlık bütününü yaralar. Evet, dünyada başka trajediler de yaşanmaktadır; Doğu Türkistan’da bir halkın dili ve inancı üzerindeki baskılar, bu trajedilerin en somut örneklerinden biridir. Ancak bu yazının merkezinde, Filistin’de süregelen sistematik şiddetin, aydının omuzlarına yüklediği tarihsel sorumluluk vardır.

Edward Said’in “Sürgün, insana hem mesafe hem de hakikati görme imkânı verir” sözü, bu sorumluluğun derinliğini anlamak için anahtar bir ifadedir. Said, bir Filistinli olarak hem kendi halkının hikâyesini dünyaya taşımış hem de bu hikâyenin yalnızca yerel bir mesele değil, evrensel bir adalet çağrısı olduğunu vurgulamış çok etkili bir entelektüeldir. Gassan Kanafani, romanları ve öyküleriyle işgalin dilini bozmuş; bu yüzden susturulmuş bir figürdür. Mahmud Derviş, şiirlerinde sürgünü, kaybı ve direnişi evrensel bir dile tercüme etmiştir. Bu isimlerin her biri, aydın kimliğinin yalnızca düşünce ve bilgi değil, aynı zamanda duruş üreten bir varlık olduğunu kanıtlamış münevver isimlerdir. Zira sessizlik, fâilin diline dönüşürken; hakikati dile getirmek, yalnızca bugünü değil, geleceğin adalet arayışını da besleyen bir eyleme evrilir.

Aydının tanımı, en nihayetinde bir duruş meselesidir ve bu duruşun en kritik sınavlarından biri, soykırım, kitlesel katliam veya sistematik baskı gibi insanlık suçlarının yaşandığı anlarda verilir. Filistin’de yaşananlar karşısında sessiz kalmak, kimi çevrelerde “tarafsızlık” ya da “nesnellik” olarak sunulabilir; ancak tarih bize, böylesi tarafsızlık iddialarının çoğu zaman zulmün hanesine yazıldığını, sessizliğin fiilen baskının ve zulmün ömrünü uzatan bir ortaklık biçimi olduğunu öğretmiştir. Hannah Arendt’in, “Kötülük sıradanlaştığında, ona karşı ses çıkarmamak suç ortaklığıdır” ifadesi, tam da bu gerçeği berrak bir biçimde dile getirir.

Sartre’ın düşüncesinde entelektüel, hakikati dile getirmek için kendi konfor alanını, toplumsal itibarını ve hatta güvenliğini riske atmaya hazır olmalıdır. Aksi takdirde bilgi, ahlaki bir duruşun temeli olmaktan çıkar ve yalnızca bireysel konforu besleyen bir ayrıcalığa dönüşür. Filistin bağlamında bu gerçek, daha da çarpıcıdır; zira burada mesele, yalnızca siyasal bir pozisyon almak değil, hukukun, ahlakın ve insan onurunun evrensel ilkelerini savunmak anlamına geldiğini görüyoruz. Bu ilkeler alenen ihlal edilirken suskun kalmak, yalnızca mağdurun değil, susan aydının kendi entelektüel bütünlüğünü de ortadan kaldırır.

Aliya İzzetbegoviç, Bosna Savaşı sırasında “Yeryüzünde tarafsız kalınamayacak yerler vardır” derken, aydının ahlaki konumlanışının ne ölçüde belirleyici olduğunu vurguluyordu. Filistin, bugün bu yerlerden biridir. Sivillerin kasten hedef alındığı, temel yaşam haklarının sistematik biçimde yok edildiği bir ortamda, aydın için tek meşru taraf, din, dil, etnisite ve hayat tercihlerini bir kriter unsuru olarak dikkate almadan sivillerin yaşam hakkını ve onurunu savunmaktır. Bu savunma, ideolojik veya politik angajmanlardan önce gelen, insanlık onurunun evrensel değerlerinden beslenen bir vicdani yükümlülüktür.

Sessizlik, yalnızca bugünü etkileyen bir eylemsizlik değildir; aynı zamanda geleceğe de silinmez izler bırakır. Bugün konuşmayanlar, yarın “bilmiyorduk” diyemez; çünkü içinde yaşadığımız çağda, gerçeğe ulaşmak için ihtiyaç duyulan tanıklar, belgeler, görsel kayıtlar her zamankinden daha fazla elimizin altındadır. Dolayısıyla “aydın”ın suskunluğu, cehaletten değil, bilinçli bir tercihten kaynaklanır ve bu tercih, kaçınılmaz olarak ahlaki bir pozisyon anlamına gelir. Bu noktada Filistin meselesi, bir aydın sınavına dönüşmüştür. Gazze’de yaşananlar karşısında alınan veya alınmayan tavır, yalnızca bireysel vicdanın değil, entelektüel mirasın da kaydına düşülecek ve gelecekteki yargılar bu kayıt üzerinden şekillenecektir. Kanafani’nin “Bizim hikâyemizi kimlerin anlattığı önemlidir” sözünü, bu bağlamda güçlü bir uyarı niteliğinde anlamak gerekir. Eğer aydınlar bu hikâyeyi kendi sözleriyle ve hakikate sâdık kalarak dile getirmezlerse, başkaları—çoğu zaman da iktidarın dili—onu kendi çıkarlarına göre yeniden yazacaktır.

Tarihsel hafızaya baktığımızda adaletsizlikler karşısında aydınların aldığı ya da almadığı tavırların, toplumların kaderini nasıl etkilediğine dair sayısız örnekle karşılaşırız. Nazi Almanyası’nda entelektüel çevrelerin önemli bir kısmı ya doğrudan III. Reich’la iş birliği yaparak ya da “politikadan uzak durma” bahanesiyle sessiz kalarak, tarihin en büyük insanlık suçlarından birinin hızla kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Bu suskunluk, milyonlarca insanın yok oluşunu yalnızca mümkün kılmakla kalmadı, aynı zamanda bu yok oluşun toplumsal vicdanda sorgulanmadan kabullenilmesine de yol açmıştır. Buna karşılık, azınlıkta kalmalarına rağmen baskının ve tehditlerin gölgesinde gerçeği dile getirme cesaretini gösteren aydınlar da yok değildi. Albert Camus’nün direnişçi gazeteciliği, Thomas Mann’ın sürgünden yaptığı yayınlar, bu cesaretin unutulmaz örnekleridir ve tarihin vicdanında farklı bir yerde dururlar. Bosna Savaşı sırasında, özellikle Saraybosna kuşatması esnasında, vahşet artık gizlenemez boyutlara ulaşmışken bile uluslararası entelektüel çevrelerin önemli bir bölümü sessiz kalmayı tercih etti. Medyanın canlı yayınlarla tüm dünyaya aktardığı bombardımanlar, keskin nişancı saldırıları, Bosnalı kadınların izzetlerine yapılan tecavüzler ve sivillerin çaresizliği, bazı ülkelerde yalnızca diplomatik dengeler ve çıkar hesapları üzerinden yorumlandı. O dönemde Aliya İzzetbegoviç’in, “Bizim sessizliğimiz, onların silahıdır” uyarısı, yalnızca Bosna için değil, tüm benzer trajediler için evrensel bir tespit niteliğindeydi.

Güney Afrika’da apartheid rejimi döneminde, Desmond Tutu ve Nelson Mandela gibi figürler, yalnızca kendi halklarının özgürlüğü için değil, dünya çapında bir vicdan hareketinin sesi olarak öne çıktılar. Onların göze aldığı risk, aydının toplumsal dönüşümdeki rolünün ne kadar somut ve belirleyici olabileceğini kanıtladı. Ruanda’da 1994’te yaşanan soykırım sırasında da az sayıda gazeteci, akademisyen ve insan hakları savunucusu, uluslararası medyanın ilgisizliğine rağmen gerçeği kayıt altına alarak, geleceğin adalet arayışına delil bıraktı.

Bu örnekler üzerinden iki temel gerçeği dikkate almalıyız: Birincisi, aydının sessizliği, zulmün ömrünü uzatır ve onu normalleştirir. İkincisi, konuşma cesareti gösteren azınlık, her zaman geleceğin hafızasında yer bulur. Filistin’de yaşananlar da, birebir aynı sınavı önümüze koymakta ve koyacaktır da. Gazze’ye karşı bugün suskun kalmayı seçen bir aydın, yarın başka bir soykırımı veya insan hakları ihlalini inandırıcı bir biçimde eleştirme yetisini büyük ölçüde kaybedecektir. Çünkü sessizlik, yalnızca bir duruş eksikliği değil; aynı zamanda gelecekteki sözün ahlaki güvenilirliğini ve muteberliğini de ortadan kaldıran bir tercihtir.

Filistin artık bugün bir aydın için yalnızca belirli bir coğrafyaya ait bir sorun değil; adalet, insan hakları ve evrensel vicdan kavramlarının en sert biçimde sınandığı tarihsel bir eşik konumundadır. Burada söz konusu olan şey asla klasik anlamıyla bir “politik çatışma” ya da “bölgesel anlaşmazlık” vs. değildir. Yaşanılan, tanık olunan, tecrübe ve müşahade edilen şey gazetecilerin, doktorların, akademisyenlerin öldürülmesi, kadınların ve çocukların katledilmesi, insanların zorla yerlerinden, evlerinden, ülkelerinden edilmesi, kadim kültürel mirasın yok edilmesi ve temel yaşam haklarının ihlal edilmesidir. Bu nedenle aydının tavrı, ideolojik hizalanmaların ya da diplomatik dengelerin çok ötesinde, insanlık onurunun evrensel değerlerine yaslanmak zorundadır.

Edward Said, bir Filistinli olarak hem akademik hem de entelektüel dünyada bu sorumluluğun ne anlama geldiğini bütün yönleriyle ortaya koymuş bir entelektüeldir. Onun oryantalizm ve Filistin meselesi üzerine yazdıkları, yalnızca Batı’nın Doğu’ya bakışındaki epistemolojik çarpıklıkları ifşa etmekle kalmamış, aynı zamanda Filistin halkının yaşadığı adaletsizlikleri, küresel entelektüel gündemin merkezine taşımıştır. Said, akademik unvanını ve entelektüel itibarını, kişisel prestijini artırmak için değil; kendi halkının hakikatini görünür kılmak, uluslararası kamuoyunun vicdanını harekete geçirmek için bir araç olarak kullanmıştır. İşte tam da bu tavır, bir aydının esas görev tanımını özetler. Yani “bilgi”yi, konfor alanını pekiştirmek için değil, adaletin tesisi için seferber etme iradesi… 

Mahmud Derviş, şiirlerinde Filistin’in hem kaybını hem de direnişini, yerel bağlamı aşan bir evrensel dile tercüme etmiştir. Onun dizeleri, yalnızca Arap dünyasında değil, dünyanın farklı köşelerinde de yankı bulmuştur; çünkü Derviş, yerel bir trajediyi, tüm insanlığın adalet arayışını besleyen bir anlatıya dönüştürebilmiştir. Gassan Kanafani ise, edebiyatın ve politik bilincin iç içe geçtiği bir noktada durur. Onun kurguladığı karakterler, yalnızca edebî figürler değil; gerçek hayattaki direnişin, kaybın ve umut kırılmalarının sembolleridir. Kanafani’nin hayatı, aydının fikirlerinin yalnızca tartışma zemini değil, bizzat iktidar sahipleri için bir tehdit oluşturabileceğinin çarpıcı bir örneğidir. Onun susturuluş biçimi, hakikati dile getirmenin ne denli somut bedelleri olabileceğini gösterir.

Filistin özelinde bir aydının sorumluluğu, sessizliği kırmakla başlar; ancak bu kırılma yalnızca yazı ya da sanat yoluyla değil, gündelik yaşamın tüm alanlarında mümkündür. Akademisyen için bu, derslerinde hakikatin konuşulabileceği bir zemin yaratmak; gazeteci için manipülasyondan arındırılmış, gerçeğe sadık bilgi sunmak; sanatçı için izleyicinin vicdanını harekete geçirecek eserler üretmek anlamına gelir. Kısacası bir aydının görevi, Filistin’in hikâyesini dünya hafızasında diri tutmak, çarpıtılmasına izin vermemek ve hakikatin ışığını karartacak her türlü girişime karşı durmaktır.

Hülâsa edelim…

Filistin’de yaşananlar, yalnızca bir halkın maruz kaldığı acıların toplamı değil; insanlığın ortak vicdanının, evrensel değerler karşısındaki samimiyetinin ve ahlaki tutarlılığının sınandığı tarihsel bir eşiktir. Bu sınav bireylerin ideolojik tercihlerinden, siyasi aidiyetlerinden veya kültürel kimliklerinden bağımsızdır zira söz konusu olan şey en temelde insan haklarıdır. Yani  yaşama hakkı, güvenlik, onur ve kendi yurdunda var olabilme özgürlüğü… Aydınlar için ise bu sınav bilginin, sanatın ve düşüncenin hangi amaç için kullanıldığını açığa çıkaran kesin bir turnusol işlevi görür.

Unutulmasın! Tarih, suskun aydınların izlerini silmez; aksine, bu izler utanç hanesine kazınır. Nazi Almanyası’nda, Bosna’da, Ruanda’da, apartheid tesirindeki Güney Afrika’da, Doğu Türkistan’da sessizliğini “tarafsızlık” maskesiyle gizleyenlerin duruşu, gerçekte zulmün ömrünü uzatan bir pasif iş birliğine dönüşmüştür. Bugün Filistin’de yaşananlar karşısında konuşmayanlar, yalnızca kendi çağlarının tanıklık görevini yerine getirmemekle kalmaz; gelecekte başka adaletsizlikleri inandırıcı biçimde eleştirme yetilerini de kaybederler. Sartre’ın “Bir insanın ne olduğu, karşısına çıkan durumlar karşısında ne yaptığıyla ölçülür” sözünü bu bağlamda düşündüğümüzde, aydınlar için ölçünün çok daha ağır ve bağlayıcı olduğu açıktır; çünkü onların sözü, toplumların vicdanında diğer seslerden daha derin yankılanma kapasitesine sahiptir.

Edward Said, Mahmud Derviş ve Gassan Kanafani’nin mirası, bize susmamanın bedeli olsa da değerini hatırlatır. Bu miras, yalnızca Filistin’e özgü bir çağrı değil; insan haklarının evrensel ölçekte savunulmasının ne denli yaşamsal olduğunu gösteren bir rehberdir. Aliya İzzetbegoviç’in, “Tarihe yön verenler, çoğu zaman azınlıkta kalanlardır” sözü, tam da bu nedenle zamansızdır: Hakikati dile getirmek, çoğu zaman sayıca az ama etkisi derin bir iradenin işidir. Ve bu irade, yalnızca Filistin için değil, Doğu Türkistan’dan Myanmar’a, Yemen’den Sudan’a kadar dünyanın farklı coğrafyalarında zulme uğrayan tüm halklar için gereklidir. Adalet, coğrafyaya göre değişmez; insan onuru sınır tanımaz.

Filistin’de, Doğu Türkistan’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde zulme uğrayan kim varsa, onun yanında durmak bir siyasi tercih değil, insan olmanın bir gereğidir. Bu duruş, yalnızca sözle sınırlı kalamaz. Akademide, sanatta, medyada, sivil toplumda ve bireysel yaşam pratiklerinde somut karşılıklar bulmalıdır. Sessizliği kırmak, hakikati dile getirmek, gerçeğin çarpıtılmasına direnmek, yalnızca mazlum halklar için değil, insanlığın kendi ahlaki geleceği için verilmiş bir taahhüttür.

Söz, ertelenmeden, bugünden söylenmelidir. Bu söz, yalnızca Filistin’in ya da Doğu Türkistan’ın değil; adaletin, hakikatin ve insanlığın kendisinin sözüdür. Susturulmak istenen her hikâye, ancak bu sözle hayatta kalacaktır. Çünkü “aydın” kimliği en yalın tanımını, tam olarak bu sorumluluğu üstlenme cesaretinde bulur.

Visited 34 times, 1 visit(s) today

Close