9:22 am Felsefe

Hegel ve Yabancılaşma

George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) felsefeye taalluk etmiş hemen her insanın ismine aşina olduğu, düşünceleriyle karşılaştığı, büyük bir heyecanla okumaya çalıştığı ya da hakkında birtakım ön yargılara sahip olduğu filozoftur. Hegel ismi dile getirildiğinde peşi sıra yabancılaşma, diyalektik, tin veya köle-efendi kavramları zikredilir. Bu yazının üzerinde durmak istediği izlek ise Hegel ile başlayıp Hegel sonrası felsefede rast geldiğimiz –bilhassa Marx’ın teorisini üzerine inşa ettiği- yabancılaşma mefhumudur. Özellikle 19. yüzyıl entelektüelleri yabancılaşma ve din tartışmalarını ele alırken çıkış noktaları muhakkak Hegelci ya da Hegel karşıtı olmuştur: 19. yüzyılın ikinci yarısı bu yönüyle Hegel ile bir hesaplaşma dönemidir. Marx’ın ekonomi politik perspektifinden ele alıp geliştirdiği ve günümüzdeki felsefe tartışmalarına kadar girmeyi başaran yabancılaşma sözcüğü Hegelci anlamını köle ve efendi ilişkisinde göstermektedir.

Öncelikle belirtilmesi gereken şey, Hegel’de yabancılaşma halinin müsebbibidir ve bu da kuşkusuz mutlağın noksanlığıdır. Daha da açalım. Yani, Tanınmanın (recognition) mevcut olmayışı ve insanların başkalarıyla ve doğayla birlikte Hegelci anlamıyla bir olamayışıdır. Burada Hegel ilaveten Fichte’nin Ben felsefesinin pürüzleriyle de uğraşmaktadır. Dolayısıyla mevzubahis olan problem, Alman İdealizminin tamamlanması ereğini taşımaktadır. Hegel büyük bir filozof olduğu kadar usta bir felsefe tarihi okurudur. Kendisine değin gelen süreç içerisinde felsefenin asli kanserini görüp tedavi edebilecek kadar usta bir filozof ve tarihçidir. Bu kanser şüphesiz düalizmdir. Descartes’tan Fichte’ye kadar devam etmiş kartezyenizmin bizzat kendisidir. Söz konusu bu durum Hegel’in ve Alman tininin kendisine oldukça aykırıdır ki Hegel bu ikiciliğe ya da bir yerlerde açıklığın olmasına karşı her zaman mutlağın filozofu olmuştur. Fichte’nin ve Schelling’in üstesinden gelemediği noktada Hegel kadim felsefeyi tamamlama vazifesi üstlenir. Elbette tamamlama ödevi mutlak felsefenin kurulmasıyla mümkün olacaktır. Hegel’in köle efendi diyalektiği ve yabancılaşma kavramları, bahsini açtığım mutlaklık meselesini idrak edebilmek açısından önem arz eder. Diyalektiğe ve yabancılaşmaya dair kelam etmeden önce şunu rahatlıkla dile getirebiliriz: Hegel’de özgürlüğün önündeki engel mutsuz bilinç ile koşut anlama sahip yabancılaşma halidir ve yabancılaşmayı doğuran şey de mutlak tinin uyukladığı her durumdur. Alman felsefesi bir özgürlük felsefesidir der Fichte. Ona göre Alman tini özgürlüğü tesis etmek içinde her zaman mutlağın bilgisini arar. Alman tininin asli karakterini özetleyen Fichte’yi takiben Hegel de Tinin Fenomenolojisi’nde geleneği bozmaz. Öyleyse köle efendi diyalektiği ile başlayarak yabancılaşma mefhumunu anlamlandırmaya çalışalım.

Bir köle varsa bir de efendi ve bir efendi varsa bir de köle vardır, bu açık. İki kavram birbirlerinden müstakil değildir. Efendinin efendi olması, kölenin efendisine tabi olması, ona boyun eğmesi ve onu efendi olarak tanımasıyla olanaklıdır. Kölenin de köle olması, efendisinin ona egemen olmasıyla gerçekleşir. Efendinin kendi bağımsızlığını ve özgürlüğünü kurabilmesi kölesine egemenlik kurmasıyla mümkündür ve bu durum bilincin başkalarına boyun eğdirme aşamasıdır. Öznenin kendi bağımsızlığını kurma teşebbüsü başka öznelerin onu tanımasıyla tahakkuk eder (tanınma kavramının tam anlamı da bu şekildedir). Efendi öznenin bununla beraber kendisinin yaşamak için girdiği ölüm mücadelesini de göstermektedir. Efendi, efendiliğini var etmek için kendisine boyun eğmekte olan köleyi doğal olarak öldürmez ve böylelikle köle ile efendi kavramları vücut bulmuş olur. Gelgelelim diyalektiğin bir de köle pozisyonu vardır ki Hegel’in özgürlük düşüncesinin ana hatları burada çizilir. Pozisyonun can alıcı noktası, efendinin köleyi rasyonel bir varlık olarak tanımamasıdır. Köle rasyonel değildir çünkü köle efendiyle aynı statüye sahip değildir, yalnızca bir köledir. Köle bir araçtır, çalışarak efendisine riayet etmekle mükellef makineden farksız pozisyondadır ve dolayısıyla bir rasyonellik söz konusu değildir.

Görünüşe göre efendi olumlu bir durumdadır ancak Hegel’e göre avantaj sahibi köledir. Çünkü efendiyi tanıyan köle olsa da o, rasyonel bir varlık olmadığından ötürü efendinin tam anlamıyla tanınmış olmasından bahsedilemez. Bahsedilemez çünkü cebren bir tanınma Hegel’in tanınma ile istihdaf ettiği şey değildir. Eğer köle, kölelikten kurtulacaksa efendisinin onu özgür bir varlık olarak tanıması gerekir ve böylelikle ne köle ne efendi kalır. Kölenin avantajı buradadır çünkü kendisini rasyonel bir varlık tanımış olur. Hegel’in tin dediği şey de cebren bir tanınmanın olmayışıyla ortaya çıkan tanınmayla anlam kazanan kavramdır. Tin bu anlamıyla öznelerarası bir tanınmadan doğan mutlağın kendisidir: insanın diğer insanlarla ve doğayla birlik içerisinde olduğu mutlaklık halidir.

Buraya kadar tanınma ve köle-efendi ilişkisinden yüzeysel de olsa bahsettik. Ancak madalyonun her zaman bir diğer yüzü vardır ve bu da şüphesiz kölenin kölelik ile ilişkisidir. Kölenin özgürlük için kölelikten kurtulması ve efendisinin onu tanıması gerekir, bu açık. Fakat köle, özgürlüğün bilincine nasıl varacak ve dahası, tanınma mücadelesine nasıl girecek? Özgürlük mefhumuyla tanışması kölenin emeği ve çalışması ile mümkündür. Ne var ki çalışarak özgürlüğün bilincine varılır ve bu durumda köle, bir efendiye hizmet eden varlık olduğunu, bu durumun özgürlükle aşılacağını anlayacağı uyuklayan özbilincini uyandırır. Bilincin uyanmasıyla yalnızca özgürlüğün fikrine ulaşır ve henüz köle, eylemekten yoksundur. Eylem, özgürlük uğruna efendiye karşı verilecek olan bir mücadeledir. Özgürlük, kölenin varoluşunu değillemesi ile başkaldırma mücadelesinin adıdır ve bu yüzden bir praksistir. Köle özgürlüğün yalnızca teorik anlamına sahiptir, pratik olarak eylemekten yoksundur. Köle tam da bu yönüyle başkaldırmaya cüret edemez çünkü başkaldırmak; mücadele etmek, hayatı tehlikeye atmaktır ve köle böyle bir tehlikeyi göze alamaz. Oysa efendi böyle bir tehlikeye yeltenmiştir ve bu sebepten ötürü köle değildir. Dolayısıyla köle korkaktır ve kendi pozisyonunu değillemek yerine onaylama teşebbüsünde bulunur: köle, köleliğini över. Dikkat edilmesi gereken husus bu övgünün, kaynağını uğruna mücadele etmesi gereken özgürlük savaşına dair doğan bir karamsarlıktan/mutsuzluktan almasıdır ve mutsuz bilinç tam da budur. Mutsuz bilincin yarattığı köle ideolojileri vardır ve Hegel’e göre bunlar stoacılık, nihilizm ve Hristiyanlıktır. Mutsuz bilincin ideolojileri özgürlüğün soyut bilincinden edimselliğe geçişi engelleyen unsurlardır. Stoacı mutsuz bilinç, yalnızca özgür olduğunu düşünür ve bu düşünceden öteye geçemez. İnsanların ortaklaşa teşebbüs ettiği bir özgürlük mücadelesi söz konusu değildir. Köle özgür olduğunu düşünür ve bu durum sonsuza kadar devam etme kudretini göstermez, nihilizm ya da şüphecilik doğar. Bu aşamada ise kölenin şüpheciliği hiç olmadığı kadar yükselir ve kendi öznelliğine hapsolur, solipsizmden dışarı çıkamaz. Bu durumda bir çelişki doğar ve çelişkinin bilincine varan köle Hristiyanlığı yaratır. Hristiyanlıkla birlikte özgürlük fikri tümden ortadan kalkar çünkü yaşamanın ya da bu dünyanın bir mahiyeti kalmamıştır artık. Bu aşamada köle-efendi ilişkisi de sekteye uğrar çünkü artık yegane efendi Tanrı’nın kendisidir. Hal böyleyken ortada uğruna mücadele edilecek bir özgürlük yoktur. Çünkü öte dünyacılığın egemenliği özgürlük felsefesini yeryüzünden yukarı çeker. Özgürlüğün öte dünyaya çekildiği Hristiyanlık aşamasında köle, artık efendisiz köledir. Mevcut durum aşılmadıkça insanın özgürlüğünü tesis edip uğrunda yaşayabileceği bir dünya kurması mümkün değildir. Mutsuz bilincin yaratmış olduğu köle felsefeleri, kölenin varoluşunu meşrulaştırarak onu kendine aline eder/yabancılaştırır.

Ben ve ötekinin özdeşliğiyle (mutlaklık) ortadan kalkacak olan bu çelişki kendini ideal bir devlet ile sağlam bir temele oturtur. Kısaca bahsettiğim diyalektik süreçte altı çizilmesi gereken husus Hegel’in bir yaşam filozofu oluşudur. Yaşamla uğraşan filozof, yaşamın tesis edilmesindeki engelleri –ki bunun ismi yabancılaşmadır- felsefesinden atar. Bir diğer husus ise ben ve öteki meselesini temel alarak mutlağın filozofu oluşudur. İyi bir toplumda Ben her zaman ötekini ve öteki de her zaman Ben’i tanımakla mükelleftir. Oysa Ben’in ötekini tanımamak hatta ortadan kaldırmak istemesi köleliği besleyen despotça düşüncedir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 236 times, 1 visit(s) today

Close