Puşkin’le Politik Psikoloji Dersleri – 1
Bir Yazı Dizisine Giriş
Puşkin’i severim. Hatta “sevgi” kelimesi bazen hafif kalır; ona hayranlıkla karışık bir yakınlık duyarım. Muhtemelen Türkçeye çevrilmiş eserlerinin tamamını okumuşumdur: Yevgeni Onegin’in manzum romanındaki o eşsiz ironiyi, Maça Kızı’ndaki buz gibi hesaplaşmayı, Yüzbaşının Kızı’ndaki yalın sıcaklığı, Dubrovski’deki âşıkane isyanı, Erzurum Yolculuğu’ndaki meraklı bakışları, Boris Godunov’un karanlık siyasetini…
Her birinde şunu fark ettim: Puşkin, görünürde bireysel hikâyeler anlatır; bir aşk, bir düello, bir yolculuk, bir intikam, ama bu hikâyelerin altında başka bir şey işler durur. Mikro düzeyde gördüğümüz şey, makro düzeyde başka bir gerçeğe işaret eder. Puşkin’in dehası işte bu katmanlı üretimde saklı: Hikâyeyi anlatırken sistemi gösterir, karakteri çizerken yapıyı açığa çıkarır.
Bu fark etme bende bir fikir doğurdu: Ya Puşkin’in eserlerini, politik psikolojinin ders kitapları gibi okusak? Ya her bir metninde saklı olan o ince mekanizmaları tek tek çıkarsak ve bugünle konuşturmaya çalışsak? Sonuçta büyük edebiyat, insanı ve toplumu anlamanın en eski laboratuvarıdır. Puşkin’in sayfaları, sosyal psikoloji, siyaset bilimi ve davranış bilimlerinin henüz adını koymadığı şeyleri çoktan gözlemlemiş, kaydetmiş ve sanat haline getirmiştir.
İşte bu yazı dizisi böyle bir düşünceden doğdu. Her yazıda Puşkin’in bir eserine odaklanacak, oradan yola çıkarak birkaç politik psikoloji kavramına değineceğiz. Amacımız ne akademik bir inceleme yapmak ne de edebi bir tahlil sunmak; daha ziyade, metinlerde gizli o insani dinamikleri açığa çıkarıp bugünle ilişkilendirmek.
İlk durak: Boris Godunov ve o ünlü final sahnesi. Bir sessizlik sahnesi. Ama nasıl bir sessizlik…
“Geçenlerde…”: Boris Godunov’la Açılan Kapı
Geçenlerde onun Boris Godunov adlı eseriyle ilgili beni düşündüren bir şey öğrendim. Oyunun ilk yazılışında (1825’te, sürgün yıllarında tamamladığı versiyonda) finalde, meydandaki kalabalık, boyarın (aristokrat sınıfın üyelerinin) çağrısıyla “Yaşasın Çar Dmitri İvanoviç!” diye bağırıyormuş. Altı yıl sonra basılı, kanonik son hâlde ise tek bir cümle var: “Halk susar.”
İlkinde tören işliyor, ikincisinde tören boşa düşüyor. Bu küçük fark zihnimde büyük kapılar açtı: Meşruiyet, tören, kitle psikolojisi, korku, strateji, sessizlik… Ve en önemlisi: Onay nerede? Bir iktidarı meşru kılan nedir? Taç mı, kılıç mı, yoksa o belirsiz, bazen işleyen bazen işlemeyen kolektif sesin yankısı mı?
Bu keşif beni şaşırttı zira Boris Godunov’u yıllar önce okumuştum ve o zaman finaldeki sessizliği estetik bir tercih sanmıştım. Oysa şimdi anlıyorum ki, o sessizlik sadece bir noktalama işareti değil; siyasetin sinir uçlarına dokunan, iktidarın kırılganlığını gösteren bir hamle. Puşkin, sözü çekip sözsüz bir cümleyi final yapmış. Ve bu hamle hem dönemin sansür koşullarının zorlamasıyla hem de kendi poetik dehasının buluşuyla doğmuş. İşte mikro ile makronun kesiştiği an.
Olayın Basit Özeti
Şimdi, bu iki final arasındaki gerilimi anlamak için oyunun omurgasına bakalım. Boris Godunov’u yıllar önce okuduğumda kurgusu bana biraz girift gelmişti. Kendime de not olsun diye, en basit hâliyle özetliyorum:
Çar Fyodor ölür ve taht boşalır. Fyodor, İvan’ın oğludur ama zayıf bir hükümdardır; iktidarı büyük ölçüde damadı Boris Godunov’un omuzlarındadır. Fyodor’un ölümüyle soru ortaya çıkar: Kim hükmedecek?
Boyarlar ve din adamları Boris Godunov’u çağırır. Boris önce nazlanır, sonra, sanki isteksizce, çar olur. Bu “nazlanma” oyunun ilk büyük performansıdır; gücü reddetmiş gibi görünmek, gücü elde etmenin bir yoludur. Halk, onun bu “mütevazı” duruşuna kanarak çarlığı istemeden kabul eden birinin iyi bir hükümdar olacağını düşünür. İşte meşruiyetin ilk tohumları burada atılır: Toplumsal rıza, bir tür psikolojik tiyatro ile üretilir.
Ancak geçmişin gölgesi uzundur. Yıllar önce küçük çareviç Dmitri gizemli biçimde ölmüştür ve bu gölge Boris’in peşini bırakmaz. Herkes fısıldar: Acaba onu Boris mi öldürttü? Hiçbir kesin kanıt yoktur ama vicdan semptomları vardır: Boris’in uykusuzluğu, ürpertisi, çöküşü.
Manastırda genç bir keşiş vardır: Grigori. Yaşlı kronikçi Pimen’den Dmitri’nin hikâyesini dinler. “Bugün yaşasa benim yaşımdadır,” der Dmitri için ve bir fikir doğar zihninde: Ya ben o olsam? İşte böyle, iktidarın ikinci tiyatrosu başlar. Sınırı aşar, Polonya-Litvanya tarafında destek bulur, kendini Dmitri olarak tanıtır.
Moskova’da ise kıtlık ve huzursuzluk vardır. Bir sahnede, Kızıl Meydan’da meczup diye de tarif edebileceğimiz bir deli (Rusça: yurodivy) Boris’e katil imasında bulunur. Bu da önemli bir detaydır.
Ülkede çatışmalar büyür, rüzgâr Dmitri’den yana döner. Boris vicdan azabı içinde çöker, boyarlar hızla taraf değiştirir.
Son sahnede boyar Mosalski kalabalığa seslenir: “Halk! Maria Godunova ve oğlu Fyodor kendilerini zehirlediler. Cesetlerini gördük. Neden susuyorsunuz? Bağırın: Yaşasın Çar Dmitri İvanoviç!”
Ve perde: “Halk susar.”
İki Final, İki Dünya: Alkışın Gücü, Sessizliğin Ağırlığı
İlk versiyonun finalinde tören işler: “Yaşasın!” bağırışı, sözün kendi kendini gerçeğe dönüştürmesidir. Dilbilimciler buna “söz edimi” der (Austin ve Searle’ün performatif dil kuramı: söz, aynı zamanda eylemdir). Sözün sadece bir şeyi tarif etmediği, aynı zamanda bir şeyi gerçekleştirdiği andır. “Sizi karı-koca ilan ediyorum” sözü, evliliği yaratır; “savaş ilan ediyorum” sözü, savaşı başlatır; “Yaşasın çar!” bağırışı, meşruiyeti üretir. Kalabalığın sesi yeni çarın doğum belgesidir. Bu versiyonda iktidar, performatif bir edimle tamamlanır.
Basılı son hâlde ise (1831’de yayımlanan versiyonda) tören boşa düşer. Sahne aynı çağrıyı yapar ama beklenen patlama gelmez; yalnız bir yönerge kalır: “Halk susar.” Puşkin, sözü çekip sözsüz bir cümleyi final yapar. Bu, sadece estetik bir incelik değil, siyasetin sinir uçlarına dokunan bir hamle. “Onay nerededir?” sorusunu seyirciye iade eder. Alkış beklenirken sessizlik gelir ve bu sessizlik binlerce sözden daha ağırdır.
İki final arasındaki fark, sadece birkaç kelimenin değişmesi değildir. Tüm siyasal dinamiğin altüst olmasıdır. Birincisinde iktidar meşrudur çünkü kalabalık alkışlamıştır; ikincisinde iktidar muallaktadır çünkü kalabalık tepki vermemiştir. Sessizlik onay mıdır, yoksa ret mi? Korku mudur, yoksa ihtiyat mı? Belirsizlik mi, yoksa bir tür pasif direniş mi? Puşkin cevap vermez; bu belirsizliği sahneye yerleştirir ve bizi onunla yüz yüze bırakır.
Kutsal Deli: Tek Seste Hakikat
Halk susmadan önce sahnede bir kişi konuşur: bir meczup. Orta çağ Rusya’sında bu tanınmış bir roldür. Meczup toplumsal hiyerarşinin dışındadır, ne saraya aittir ne kalabalığa, ortada bir yerdedir. Bu rol, ona dokunulmaz bir alan açar; meczup kralı bile azarlayabilir. Çünkü “deliliği” onu korumuştur; onun sözlerini ciddiye almak da almamak da mümkündür. Bu belirsizlik, ona özgürlük verir.
Oyunda bu meczup, Boris’e “Herod için dua edilmez” der. Herod, İncil’de Bethlehem’deki masum çocukları öldürten kraldır. Dolayısıyla kutsal deli, Boris’i açıkça “çocuk katili” olarak suçlar. Kalabalık rüzgâr beklerken o bir parrhesia sergiler (bedeli olsa bile hakikati söyleme cesareti). Antik Yunan’dan beri bilinen bu kavram, iktidarın karşısında çıplak gerçeği dile getirmeyi tanımlar. Kutsal deli tek başına hakikati haykırır ama bu haykırış kalabalığı harekete geçirmez. Neden? Çünkü kolektif eylem, tek bir sesin cesaretine değil, eşzamanlı bir eşik aşılmasına bağlıdır. Bir kişinin konuşması yetmez; yüzlerce kişinin aynı anda konuşması gerekir. Meczup konuştuğunda o an henüz gelmemiştir.
Halk Neden Susar? (Üç Katmanlı Bir Okuma)
Bu sorunun cevabı basit değil. Sussak bile suskunluğumuzun birçok nedeni olabilir. Puşkin bize bir sahne verir ama onu yorumlamanın yollarını bize bırakır. Ben bu sessizliği üç katmanda okumayı öneriyorum: birincisi bedensel, ikincisi sosyal, üçüncüsü siyasal.
Birinci katman: Donma tepkisi
Tehdit altında canlıların üç temel tepkisi vardır: savaş, kaç, don. İlk ikisi iyi bilinir ama üçüncüsü bazen göz ardı edilir. Donma, görünürlüğü azaltarak bedeli düşürme stratejisidir. Hayvanlar düşman karşısında donarak av olmaktan kaçınır; insanlar ise belirsiz ve tehlikeli durumlarda donarak dikkat çekmekten kaçınır.
Eserin finalinde kalabalık, donma tepkisi verir. “Yanlış isme bağırırsam başıma ne gelir?” sorusu, sesi kısar. Bu her zaman korkaklık değildir; çoğu kez akılcı bir risk minimizasyonudur. Davranışçı psikologlar buna “kaçınma öğrenmesi” der: Organizma olumsuz sonucu önlemek için hareketsiz kalmayı öğrenir. Kalabalık, geçmişteki deneyimlerden ders almıştır; yanlış tarafa alkış tutanlar cezalandırılmıştır. Dolayısıyla en güvenli strateji, hiç ses çıkarmamaktır.
Üstelik bu donma, bilinçli bir karar olmayabilir. Nörobilim bize gösterir ki, tehdit algısı amigdala düzeyinde işlenir ve beden otomatik tepkiler verir. Kalabalıktaki her birey, bilinçli bir düşünce sürecine girmeden önce donmuş olabilir. Sessizlik, bu anlamda, bir “düşünce” değil, bir “refleks”tir.
İkinci katman: Eşik ve eş-zamanlama
Kalabalıkta insanlar birbirine bakarak karar verir. Sosyolog Mark Granovetter’ın “eşik modeli” bunu açıklar. Her bireyin bir “eşiği” vardır: Kaç kişi hareket ederse ben de hareket ederim? Birinin eşiği sıfırdır, o ilk kişidir, başkasını beklemez. Birinin eşiği beştir, beş kişi bağırırsa o da bağırır. Birinin eşiği elli, birinin yüzdür. Eğer eşikler uygun şekilde dağılmazsa, kolektif eylem başlamaz. İlk beş kişi bağırır ama eşiği altıdan yüksek olanlar bekler, bekledikçe momentum kaybolur ve kimse harekete geçmez.
Finalde tam da bu olur. Boyar çağırır ama kalabalıkta eşikler tetiklenmez. Kimse “ilk kişi” olmak istemez. Eş-zamanlama kurulamazsa kolektif eylem kilidi oluşur. İki mekanizma daha devreye girer burada:
Suskunluk sarmalı: Alman sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann’ın teorisi. İnsanlar, çoğunluğun ne düşündüğünü bilmeden konuşmaktan çekinir. Dışlanma korkusu ifadeyi bastırır. Eğer sessiz çoğunluk ne düşündüğünü açığa vurmuyorsa, herkes sessiz kalır. Sessizlik, daha fazla sessizlik üretir, sarmal derinleşir.
Tercih sahteciliği: Ekonomist Timur Kuran’ın kavramı. İnsanlar içteki kanaati saklayıp dışarıda güvenli olanı sergiler. Belki kalabalığın yarısı Boris’ten nefret eder ama hiç kimse bunu söylemez çünkü ötekinin ne düşündüğünü bilmez. Sonuç: Kolektif olarak hepsi susarken, herkes “ben yalnızım” sanır. O an için en güvenli eylem genellikle susmaktır.
Bu mekanizmalar bir araya geldiğinde, bir tür “koordinasyon tuzağı” oluşur. Halk hem Boris’i hem Dmitri’yi desteklemeye hazırdır; ama hangisini destekleyeceğine dair net bir sinyal gelmeden kimse hareket etmez. Belirsizlik, eylemi dondurur.
Üçüncü katman: Törenin arızası
“Alkışlayın!” çağrısı sadece goygoyculuk değildir, aynı zamanda onay üretme girişimidir. Siyaset bilimciler buna “performatif meşruiyet” der. İktidar, ritüellerle ve törenlerle yeniden üretilir. Taç giyme töreni, alkış, biat, yemin… bunların hepsi, iktidarı görünür ve somut kılan eylemlerdir. Tören, soyut bir kavramı (meşruiyet) somut bir eylemle (alkış) onaylar.
Ne var ki bazen törenler çalışmaz. Antropologlara göre bir törenin işlemesi için “komünal ruh hali” gerekir. Katılımcılar, aynı anda aynı duyguyu hissetmelidir. Finalde bu ruh hali oluşmaz. Boyar çağırır, tören yapılır, ama “onay” doğmaz. Ortada bir sahne var, ama meşruiyetin sesi yok. Tören, boş bir hareket olarak kalır.
Puşkin’in dehası işte burada: Törenin “olmaması” yerine, törenin “boşa düşmesi”ni sahneye koyar. Ritüel yapılır ama işlev görmez. Bu, çok daha güçlü bir eleştiridir. “İktidar meşru değildir” demez; “İktidarın meşruiyeti belirsizdir” der. Ve bu belirsizlik, her iki tarafı da, hem iktidarı hem halkı rahatsız eden bir boşluktur.
Boyarlar, Rüzgâr ve Terazi
Bu oyunda boyarlar rüzgârın şiddetini ölçen bir terazi gibidir. Başta “Boris” derler, sonra rüzgâr döner, “Dmitri” derler. İlke değil, denge gözetirler. Bağlılıkları tamamen pragmatiktir, hangi hükümdar onlara toprak, servet, prestij verecekse, ona biat ederler. Tarihçiler buna “patronaj ağları” der: Aristokrasi, ideolojiye değil çıkar koalisyonlarına göre hareket eder. Bugünün müttefiki yarının düşmanıdır; önemli olan, masanın hangi tarafında oturduğunuzdur.
Finaldeki sessizlikte boyarların gölgesi de vardır. Kalabalık, kendisine güvenli bir “norm sinyali” gelmeyince konuşmaz. Eğer boyarlar net bir şekilde Dmitri’den yana çıksaydı, kalabalık da onları takip ederdi. Ama boyarlar da belirsizdir; onlar da rüzgârın nereden eseceğini bekler. Sonuç: Herkes bekler, kimse hareket etmez, sessizlik derinleşir. Siyaset biliminde buna “denge noktasının yokluğu” denir, hiç kimse ilk hamleyi yapmaya cesaret edemez.
Bugüne Bakan Ayna: Meydanlar ve Toplantı Odaları
Büyük meydanlarda olur da küçük odalarda olmaz mı? Bir toplantı düşünün. Sunum biter, “herkes aynı fikirde mi?” diye sorulur. O anki sessizlik neyi anlatır? Rıza mı, nezaket mi, ihtiyat mı, itiraz mı? Çoğu zaman sessizliğin dili şudur: “Hükmü erteliyorum.” Kimse ilk itiraz eden olmak istemez. Eşikler uyuşmaz, eş-zamanlama oluşmaz, kolektif ses doğmaz. İşte Puşkin’in finali bu ertelemenin ağırlığını taşır. Onayla karşı çıkış arasındaki dar koridoru bize gezdirir.
Düşünün: Kaç kez bir toplantıda sessiz kaldınız, çünkü “yalnız ben mi böyle düşünüyorum?” diye sordunuz kendinize? Kaç kez bir fikri dile getirmediniz, çünkü başkasının tepkisinden emin değildiniz? Bu, finaldeki kalabalığın yaşadığı şeyin tam da aynısıdır. Ölçek değişir ama dinamik aynıdır.
Dahası, bugün sosyal medya çağında bu dinamik başka türlü işler. Orada da bir “sessizlik sarmalı” vardır. İnsanlar, çoğunluğun ne düşündüğünü algoritmaların gösterdiği şekilde algılar ve buna göre konuşur ya da susar. “Like” sayısı, “retweet” sayısı, bunların hepsi, modern çağın alkış mekanizmalarıdır. Ve bazen, bu mekanizmalar da boşa düşer; bir paylaşım sessizlikle karşılanır ve o sessizlik bin yorumdan daha ağır olabilir.
Sansür mü, Estetik mi? Ben İkisini de Görüyorum
İlk finalde alkış var; son finalde sessizlik. Bunu yalnız sansüre bağlamak kolay, yalnız estetiğe bağlamak eksik. Tarih bize şunu anlatır: Puşkin, 1825’te oyunu yazdığında, Dekabrist İsyanı’nın gölgesindeydi. Aralık 1825’te, genç subaylar çara karşı ayaklandılar ve bu ayaklanma bastırıldı. Puşkin ayaklananlarla yakın ilişki içindeydi, dostlarının birçoğu sürgüne gönderildi ya da idam edildi. Bu travma, Boris Godunov’un atmosferine sinmiştir.
1831’de oyunu basıma hazırlarken, sansür baskısı vardır. Çar I. Nikola, metni okur ve “Walter Scott tarzında bir romana dönüştürülmesini” önerir. Puşkin reddeder. Sonunda oyun basılır ama finalde değişiklikler yapılır. “Yaşasın!” bağırışı çıkarılır; yerine “Halk susar” konur.
Bununla birlikte ben şunu görüyorum: Siyasal koşul, poetik fırsata dönüşmüş. Söylenmesi sakıncalı cümleyi, kalabalığın borazan gibi bağırmasını, metinden çekip suskunluğu cümle yapmış. Bu, iyi yazının sık yaptığı bir şeydir: Zorunluluktan sanat çıkarmak. Sınırlama, yaratıcılığı tetikler. Puşkin, sansürün dayattığı kısıtlamayı alır ve onu poetik bir güce dönüştürür.
Sessizlik, alkıştan daha güçlü bir finaldir. Neden? Çünkü alkış, belirsizliği çözer; sessizlik, belirsizliği derinleştirir. Alkış, oyunu kapatır; sessizlik, oyunu seyircinin kafasında açık bırakır. Tiyatro, soru sormak için vardır ve Puşkin, en büyük soruyu sessizlikle sorar: Peki şimdi ne olacak?
Halk Susar, Ama…
Bu metni yazmaya başlarken yalnızca bir “küçük fark” öğrenmiştim: Bir versiyonda coşkulu bağırış, ötekinde tek cümlelik bir suskunluk. Yazarken gördüm ki, bu fark küçük değil; siyasetin kalbinde atan soru.
Halk susar, ama neden? Halk susar, ama hep mi susar? Halk susar, ne zamana kadar?
Tarih bize şunu gösterir: Doğru sinyal, doğru eş-zamanlama geldiğinde o sessizlik bir anda gürültüye dönüşebilir. 1789’da Paris halkı da uzun süre susmuştu; ta ki bir sabah Bastille önünde bir eşik aşılana dek. 1917’de Petersburg işçileri de susmuştu; ta ki bir kış günü sokaklara dökülene dek. Belki de sessizlik, patlamanın en yakın habercisidir. Belki de en tehlikeli an, tam herkesin sustuğu andır.
Puşkin, bize cevap vermez. Cevap, hayatın içindedir. Finalde perde kapanır ama soru açık kalır. Her seferinde farklı bir cevap veririz belki. Ve belki de bu yüzden, yüz doksan yıl sonra bile, Boris Godunov’un finali hâlâ bizi düşündürür. Çünkü o sahne, sadece on yedinci yüzyıl Rusya’sının değil; her çağın, her meydanın, her toplantı odasının hikâyesidir. Siyaset nerede yapılırsa yapılsın, o aynı soru orada da vardır: Halk ne zaman susar, ne zaman konuşur?
Bir sonraki yazıda, Puşkin’in başka bir eserinden yola çıkarak politik psikoloji derslerimize devam edeceğiz.
 
 

 
 
 
                         
                         
                         
                         
                         
                         
                        




