SiyasetSosyolojiTarih

Besim Tibuk Şahsında Milli Kimlik ve Fütüvvetçi Geleneğinin Mirası

Besim Tibuk, kamuoyunda genellikle kurucusu ve eski genel başkanı olduğu Liberal Demokrat Parti (LDP) ile ve radikal siyasi görüşleriyle tanınsa da, arka planda Net Holding’in yönetim kurulu başkanı ve turizm sektörünün en büyük kuruluşlarından birini kuran başarılı bir iş insanıdır. Siyaseti bıraktıktan sonra iş hayatına geri dönerek ticari çalışmalarını yoğunlaştırmıştır.

Tibuk, siyaset sahnesinde radikal liberal görüşleri ve alışılmışın dışındaki, nevi şahsına münhasır söylemleriyle marjinal bir figür olarak tanınsa da, bu duruşu aslında bir hesaplaşmanın ürünüdür. Bu hesaplaşmanın temelini, dünyasında derin izler bırakan 27 Mayıs İhtilali ve Adnan Menderes’in idamı oluşturur. Tibuk’un siyasetle ilgilenmesinin ana sebebi bu olaydır; Menderes’i “kahraman” olarak görmesi, o dönemin haksızlığına karşı geliştirdiği “tepki” dolu kişiliğinin bir yansımasıdır. Dolayısıyla, onun marjinal görünen tavırları, sadece kişisel bir tercihin sonucu değil, Türkiye’nin siyasi tarihinde yaşanan ve demokrasiye darbe vuran bir olaya karşı duyduğu köklü itirazın ve kurulu düzene karşı duruşunun bir ürünüdür. Tibuk, kendisini haksız bulduğu sisteme karşı bir vizyon (liberalizm) ile meydan okuyarak, bir anlamda o dönemin travmasıyla hesaplaşmıştır.

Onun Cumhuriyet’e yaklaşımı, demokrat tavrı ya da anayasal monarşiye yakın duruşu nazarımızda tartışmalı olsa da, yazının gayesi bu meseleleri birer siyasi tartışma konusu haline getirmek değil. Asıl amaç, onun şahsında bir vesile ile açığa vuran milli kimlik ve fütüvvetçi mirasa eğilmektir. Belirttiğimiz gibi, Tibuk’un siyasi ve ideolojik duruşu eleştirilebilir; ancak burada asıl odaklanılması gereken, onun 32. Gün programında Çeçen savaşında aldığı tavrın Türklük ve milli kimlik açısından ne ifade ettiğidir. Bu tavır, onun radikal liberalizminin ve kurulu düzene karşı tepkisinin ötesinde, alperenlik geleneğinin günümüze nasıl yansıdığına dair bir pencere açmaktadır.

Tibuk, bir yandan sert bir liberalizm savunucusu ve iş insanı iken, diğer yandan kendisini milli hassasiyetleri olan bir figür olarak konumlandırmıştır. Çeçenistan meselesinde alınan tavır, onun siyaseten marjinal görünen duruşunun, Türk tarihinde var olan alperen, fütüvvetçi ve askeri-öncü kimlikle nasıl kesiştiğini ortaya koyan önemli bir örnektir. Bu, onun sadece bir “tepki” değil, aynı zamanda “milli vizyon” sahibi olma iddiasının bir dışavurumu olarak incelenmelidir.

Bu konudaki inceleme, onun eleştirilen siyasi tavırlarını bir kenara bırakarak, o tavrın arkasındaki tarihsel ve kültürel mirasın güncel bir yansıması olup olmadığına odaklanacaktır.

***

Rusya ve Çeçenistan arasındaki çatışma, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başladı; Çeçenler, Cahar Dudayev’in liderliğinde bağımsızlıklarını ilan etti. Rusya ise bu ilanı tanımayarak bölgeyi kendi iç meselesi olarak görmekte ısrarcı oldu.

1994 yılında başlayan çatışmalar, Rusya’nın büyük bir kara harekâtı ve Grozni bombardımanı ile devam etti. Ancak, Rusya sayıları az olan Çeçen direnişçilere karşı galip gelemedi ve hezimete uğradı; bu savaş Hasavyurt Antlaşması ile Çeçenlerin zaferiyle sonuçlandı.

Birinci savaşın ardından Çeçenistan’da başlayan iç karışıklıkları ve kendi topraklarında meydana gelen terör eylemlerini fırsat bilen Rusya, 1999 yılında bölgeye yeniden saldırdı. Rusya, ilkinden çok daha ezici bir güçle hareket ederek Grozni’yi yeniden ele geçirdi ve kontrolü sağladı. On binlerce sivilin hayatını kaybettiği bu savaşta, Rusya orantısız güç kullanımı ve insan hakları ihlalleri ile eleştirilmiş ve bölgeyi tekrar kendi yönetimine bağlamıştır.

Besim Tibuk, 1999 yılında Rusya’dan kaçaarak Türkiye’nin sınırına gelen Çeçen göçmenlerin Türkiye’ye alınmamasıyla başlayan krizde aktif bir rol oynamış; insaniyet adına büyük bir vicdani mücadele vermiştir. Çeçenlerin yaşadığı zorlukları, açlığı, sefaleti, vatan hasretleri gibi konular onun yardımlarıyla medyaya taşınmıştır.

Çeçenistan, Rusya ile Türkiye arasında daima sorun olan bir konu olmuştur. Çeçenler dil olarak Türkçe konuşmasalar da, Rusya’ya karşı bağımsızlık bayrağını çekmeleri ve geri çekilmeye zorlamaları, Türk kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştır. Tibuk’un bu duruma müdahil olması, sadece liberal bir insan hakları savunuculuğu olarak değil, aynı zamanda Türk Coğrafyasına yönelik derin bir hassasiyetin dışavurumu olarak görülebilir.

Tibuk’un siyasi kişiliğinin temelinde yatan, 27 Mayıs İhtilali gibi olaylardan kaynaklanan haksızlıklara karşı duyulan köklü “tepki”, Çeçenistan meselesinde de kendini göstermiştir. Onun için, 900 bin kişilik bir halkın 148 milyonluk bir devlete kafa tutması ve bağımsızlık mücadelesi vermesi, bir haklı direniş örneğidir. Dahası onun kamuoyunca bilinen liberal görüşlerinin de ötesinde, Türk Tarihindeki Alperen ve Fütüvvet geleneğinin modern bir yansıması olarak okunması da mümkündür. Bu gelenek, sadece pasif dervişlikten ibaret olmayıp, aynı zamanda Kolonizatör Türk Dervişlerinde de görüldüğü üzere, zorda kalan topluluğa hamilik eden, haksızlığa ve düşman tehdidine karşı mücadeleci (gerekirse eli silahlı) bir öncü kuvvet misyonunu da içerir.

Türkiye’nin “Çeçenistan Rusya’nın iç sorunudur” diyerek geri çekildiği bir anda Tibuk, elindeki imkanla insani krize müdahil olarak, ateşten bir gömlek giymiş, iktidarın terk ettiği yerde milli görev bilinciyle yiğitçe (feta) hareket etmiştir. Onun bu tavrı, fütüvvetin Anadolu’yu fetih ve inşa sürecinde üstlendiği öncü kuvvet rolünü ve misyonunu, modern bir iş insanı ve siyasetçi şahsında, ulusal sınırların ötesindeki bir kriz anında yeniden canlanması olarak yorumlanabilir.

***

Kimilerine bu çıkarımlar abartılı gelebilir. Keşke öyle olsaydı. Nereye kılsak nazar Ali görünür göze. Gönle gelen, dile düşer. Meselenin daha net anlaşılması için özet de olsa canımız, ciğerimiz, nefesimiz Yunus Emre’den ve fütüvvet geleneğinden bahsetmek icap etmekte.

Türkler arasında köken bulan ve tevhidçi ahlakı esas alan bir yaşam şekli olan Fütüvvet’in Anadolu’nun Türkleşmesi ve Osmanlı iktisat düzeninin tesisi açısından merkezi bir rola sahip olduğunu her fırsatta vurgulamamız gerekmektedir. Fütüvvet, tasavvufun aksine elinin emeği ile geçinmeyi şart koşar.

Sabri Ülgener, bu ayrımı Melametiler ile Sufiler arasında gözetmiş ve şu kanıya varmıştır: “Melametiler çalışmayı ve kendi el emekleriyle geçinmeyi tercih ederken, sufiler çalışmayı bırakıp zühd ve tevekkül üzere yaşamaya başladılar”

Ömer Lütfi Mete de, Kolonizatör Türk Dervişlerini, tekke çorbasına razı zikir ehli olarak değil, gerçekte askeri tipler olarak tanımlar.

Askeri, iktisadi ve sosyal misyon Fütüvvet teşkilatının kökeninde yatmaktadır. Hoca Ahmed Yesevi’nin işareti ile Anadolu’ya yerleşen Horasan Alperenleri, gıdayı tedarik eden meslekler üzerinden kurdukları organizasyonlarla Anadolu’nun iktisadi yaşamını ele geçirmiş ve dahası buna yön vererek toplumu iktisadi ve sosyolojik bağımsızlığına kavuşturmuştur. Bu sayede açlar doyulmuş, yoksul giydirilmiş, millet çok edilmiştir. Çünkü Türk yasası, tevhidçi ahlakı ve Hanif İslam’ı bunu gözetir.

Hal böyleyken Lütfi Bergen’in haklı olarak dile getirdiği gibi, Haçlı, Moğol ve Bizans işgaliyle kaosa sürüklenen Anadolu’da, Taptuk Emre tekkesinde toplanan zikir ehli dervişlerin çorbasına kanaat edip dağdan kırk yıl odun taşıyan Yunus Emre portesi, hiç de gerçekçi durmamakta, dahası dönemin gerçekliğiyle de uyuşmamaktadır.

Yunus Emre üzerine genel kabullerin en büyük açmazı, dönemin iktisadi, siyasi, askeri ve sosyal yapısından yalıtılmış bir tekke düşüncesidir. Bu anlatıya göre Yunus Emre, derviş, veli, sırlar ehli ve mutasavvıf bir şair. Gelenekçi yaklaşım, onun dünyevi ve beşer yanını gözetmeden, eserlerindeki derin irfanı ve aşkı esas alarak, ona insanüstü maneviyatı temel alan mistik bir değer yüklemiştir. Aşık Çelebi, divan şairleri arasındaki tartışmalara binaen onun şair kimiğinden ziyade, ilahi cezbe ile melekut alemine çekilmiş bir insani kamil olarak görmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi de, saf dervişlik hayatı içerisinde ridane meşrebini, aşıklık hallerini, makamını, zevkini, neşesini hasılı her halini geride bıraktığı eserlerden anlamaya çalışmıştır.

M. Fuat Köprülü ile bu anlayış köklü bir biçimde değişerek erken Cumhuriyet döneminde yeni bir Yunus Emre algısı inşa edilmeye çalışılmış, geleneksel kimliklerin üzerinde ideolojik, siyasi ve ulusal kültür kaygılarına denk düşen çok kimlikli bir portre ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Tabiri caiz ise herkes durduğu yerden onu kendi inanç ve düşüncesi doğrultusunda destekleyen bir dayanak gibi göstermiş, kimine göre panteist, kimine göre devrimci, kimine göre ise hümanist bir Yunus Emre inşa edilmeye çalışılmıştır.

Anlaşılacağı üzere, gerek geleneksel yaklaşım gerek modern yaklaşımlar, Yunus Emre’yi Roma topraklarında, siyasi istikrardan uzak, kervan geçmez, ot bitmez Anadolu’da tekkeye kapatmaya özen göstermiştir. Oysa Baki Yaşa Altınok’un da belirttiği üzere Yesevi geleneğinde sanatı olmayan ve başkasının kazancıyla geçinen insanlar, dergahlara alınmazdı. Demek ki Yunus Emre’nin de kırk yıl ormanda, dağa çıkarak sırtında odun toplaması, onun odunculuk mesleği yaptığını; hep düzgün odun toplaması da işinde taviz vermediği bir ahlaka sahip olduğunu; neredeyse bütün Anadolu’yu gezmesini de tüccar (ama tefeci değil) olduğunu gösterir. Ve aynı zamanda yine Lütfi Bergen’in işaret ettiği üzere, Yunus Emre’nin Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli, Taptuk Emre silsilesinden geldiğini düşünecek olursak elinin baltalı olduğu, ticaret ehli olarak da bir takım istihbarat faaliyetleri yürüttüğü ve dahası kurulacak yeni devlet (yani Osmanlı) için adam topladığı da göz önünde bulundurulması gerekiyor.

Velhasıl Anadolu ve Balkanlarda fetih siyaseti güden fütüvvet ehli Türkler, dergahta odun toplayıp, çorbaya kaşık sallayan ve zikirle meşgul insanlar değil; ibadetleri ile nefislerini kul hakkını gözetecek şekilde terbiye ederek ticareti ve iktisadi yapıyı ele geçirmeyi amaçlayan, bu amaçla da açları doyurmaya, yoksulu giydirmeye ve milleti çok eylemeye özen gösteren Allah yolunda cihad eden kullardı.

Fütüvvet ehli, bugün için maalesef varlıklarından pek söz edemesek de, Osmanlı’yı kuran öncü güç olmalarına rağmen 15. yüzyıldaki kapitalist kırılma neticesinde bastırılmış, sürülmüş ve dağıtılmışlardır. Yine de, bizlere kapitalist olmayan bir toplum vaat etmeleri; İpek Yolu’nun Anadolu durağını tutarak ticarete ve üretime dayalı bir model sunmaları; sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal istikrarı da sağlamaları yönüyle, Türklüğün ortaya koyduğu en değerli irade ve medar-ıiftiharımızdır.

Besim Tibuk’un kişiliği incelendiğinde, kendisini liberal bir anlayış içerisinden ifade etmesine rağmen, sergilediği tavırların köklerinin çok daha derinlere uzandığı görülmektedir. Onun haksızlığa gelemeyişi ve bu tepkisini Çeçenistan Savaşı’nda ortaya koyduğu iradeyle göstermesi, ticari bir iş insanına fütüvvetin ve alperenliğin içkin bir bilgi olarak nasıl sirayet ettiğini gözlemlememizi sağlar.

Tibuk’un eleştirel duruşu, sadece güncel siyasete değil, aynı zamanda geçmişten gelen sorunlara da yöneliktir. Osmanlı’dan Cumhuriyete musallat olmuş sol zihniyetli bürokratik tahakküme karşı geliştirdiği alaycı tavır, onun sisteme olan mesafesini ortaya koyar. Yine, vatandaşını dilenci konumuna düşüren, sömürücü Keynesyen iktisadi paradigmaya her fırsatta ateş püskürmesi, onun devlete mesafeli, ancak milletten yana aldığı tavrın bir göstergesidir.

Tekrar etmek gerekirse, bu milli ve mücadeleci irade, kendisini en bariz şekilde Çeçenistan Savaşı’nda aldığı tavırla göstermiş, adeta açığa vurmuştur. Bugün için her ne kadar fütüvvetten kurumsal olarak bahsedemiyor olsak da, bu tip bir içkin bilgi ve aktarımın, Tibuk gibi figürler aracılığıyla modern dünyada bile kendini bu şekilde ortaya çıkardığı gözlemlenmektedir.

Visited 145 times, 63 visit(s) today

Close