Yazarları arasında yer aldığım Fikirtepe Medya sitesinde, dün Lütfi Bergen’in bir yazısı yayınlandı. “Türk Milliyetçiliği’nin Oğuzculuğu ve Dört Arketip Devlet Üzerinden Cumhuriyetçilik” başlığını taşıyan bu yazı, elbette çok sayıda ve fâhiş hatâlarla dolu. Ancak Fikirtepe Medya’nın güzel tarafı şu ki, adına lâyık olduğu şekilde farklı fikirlerin tartışabildiği bir yer. Ben de bir reddiye ile hem Lütfi Bergen’in hatâlarını ortaya koyacağım, her hatâyı ayrıca ele alacağım, hem de ortaya kısa bir Türkçülük târihi sunmuş olacağım.
Editörün Notu:
Bahse konu olan Lütfi Bergen’in kaleme aldığı yazıyı incelemek için;
Bunu yaparken, Lütfi Bergen’den alıntı yaptığım yerleri italik tarzda yazacağım.
1. “Kural olarak “Türkçülük” fikri Yusuf Akçura’nın düşünce dünyasında şekillenmiş ve genel mahiyetiyle “ırk” esaslı bir Türklük tasavvuruyla muhtevalandırılmıştır.”
Bu ifâde, Lütfi Bergen’in yazısından ilk yanlış ifâdedir. Türkçülük fikri, bir evrim sürecinden geçmiştir ve hiç de Yusuf Akçura’nın düşünce dünyâsında şekillenmiş değildir. Türkçülüğün ilk nüvesini oluşturan isimleri geçtim, bu en başta Gaspıralı İsmâil Bey’e yönelik büyük bir haksızlıktır. Eğer Türkçülük, Akçura’nın düşünce dünyâsında şekillenmişse, Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işde birlik” ülküsünü, Türk dünyâsının her yanında anlaşılabilen gazetesini nereye koyacağız? Yoksa, yazar da, bâzı İslâmcı yazarlar gibi Gaspıralı İsmâil Bey’in Türkçü değil, İslâmcı olduğunu mu savunmaktadır? Kaldı ki, Yusuf Akçura da, böyle bir iddiâda bulunmadığı gibi, 1928 yılında yayınladığı “Türkçülük, Türkçülüğün Tarihi Gelişimi” adlı eserinde de konuyu mükemmel bir şekilde ortaya koyar. Öyle ki, Türkçülüğün ortaya çıkışını, tanzîmat devrine kadar götürüp, Ziyâ Paşa gibi isimleri dilde Türkçülüğün ilk isimleri arasında saymaktadır (Akçura, Yusuf, 1978:48). Dolayısıyla Lütfi Bergen’in bu yanlışı, aslında ben değil, bizzât Yusuf Akçura yalanlamaktadır.
2. “Akçura’nın “ırk” kavramını 1928 yılında kaleme aldığı ve “Türk Yıllığı”nda yayınladığı “Türkçülük Tarihi” makalesinde de kullandığı görülmektedir. Akçura bu ikinci metninde de Türklüğü dört damar üzerinden ele alır: 1) Batı Türkleri (Osmanlılar), 2) Kırım Türkleri, 3) Kuzey Türkleri, 4) Azeriler.”
Lütfi Bergen, belli ki, okuduğunu yanlış anlamış ya da bilinçli olarak yanlış aktarmayı seçmiş. Alıntıladığım bu kısıma bakan herkes, ister istemez, Türkistan Türklüğünün nerede olduğunu soracaktır. Oysa, Akçura, ünlü eserinin bu kısmında çok önemli bir ayrım yapmaktadır. “Milliyet Fikrinin Türkler Arasında Yayılması” (Akçura, Yusuf, 1978:35) başlığını taşıyan bölümde “Fikir Avrupa’dan gelmiş olduğuna göre, Avrupa ile en çok temas ve münasebetleri olan, Avrupa medeniyetinden az çok feyz almaya başlayan Türk kavimlerinin, diğerlerinden evvel bu fikirle tanışmış olmaları gerekir. Bu şartlara haiz Türk kavimleri, eskiden Osmanlı Türkleri denen Batı Türkleri ile Kırım Türkleri ve Kuzey Türklerinin İdil Havzasında yaşayan kısımları ile Kafkasya’da Âzerî Türkleridir. Gerçekten, XIX. yüzyılın sonlarına doğru, Türklerin bu dört kümesinin dördünde de milliyet fikrinin ortaya çıkarak yayılmakta olduğunu görüyoruz.” demektedir. Dolayısıyla Akçura’nın Türklüğü dört damar üzerinden ele alması gibi bir durum söz konusu değildir. Birinci kısımda olduğu gibi Lütfi Bergen’in bu yanlışı, yine bizzât Yusuf Akçura tarafından yalanlanmıştır.
3. Bu kısımda yazıdan doğrudan alıntı yapmayacağım. Çünkü uzun bir bölüm, olduğu gibi yanlış. Lütfi Bergen, Atsız’ın millîyetçilik anlayışının, yâni Türkçü Tûrancı anlayışının ise Necip Fâzıl, İsmet Özel, Yahyâ Kemâl, Nûreddin Topçu gibi Türk İslâmcı denebilecek (kendi ifâdesine göre ise Türk-İslâm Terkipli Milliyetçilik, TİTM) anlayışlarıyla akrâba olduğunu söylemektedir. Peki, bunu neye dayanarak yapmaktadır? Yazar, “Atsız “ırk” temelinde bir Türkçülük inşa etmişse de “Cumhuriyetçi” değil, neo-Osmanlıcı bir Türkçülüğe yakın düşmüştür” diyebilmektedir. Son dönemde sık kullanılan bir ifâde olan neo Osmanlıcılık, bilindiği üzere Osmanlılık üzerinden İslâm ülkeleri üzerinde bir etki yaratmayı amaçlayan, bunu yaparken de, Atatürk devrimlerini ortadan kaldırmaya çalışan İslâmcı bir düşünce aslında. Bu kavramı kullanan bir çok yazar, araştırmacı ve stratejist de, özellikle Sûriye İç Savaşı olmak üzere, Libya ve Mısır’da yaşananları, bu bağlamda değerlendirmektedir. Peki, Atsız’ın hangi fikri, hangi söylemi bu konuya örnek gösterilebilir. Hiçbiri… Ayrıca Atsız’ın Türk-İslâm Terkipli Milliyetçilik denen anlayışa yakın olduğunu söylediği yazıda da İslâm peygâmberi Hz. Muhammed üzerinden örnek verip, cumhûriyet kavramını bunun üzerinden temellendirmekte de herhangi bir çelişki görmemektedir.
Devâm edelim… Yazarımız yine “Yusuf Akçura’nın “ırk” vurgusu ile H. Nihal Atsız’ın “ırk” vurgusu çakışmamakta, tam aksine çelişmektedir. Akçura, bir atadan gelen soylar ve akraba topluluklar bağlamında “ırk” kavramını kullanırken; Atsız, genetik anlamda “ırk” kavramını kullanmakta ve onu da “Oğuz soyu” üzerinden belirlemektedir.” demektedir.
Öncelikle, ırk kavramının ne olduğu bellidir. Arapça kökenli olan bu sözcük, hep soy anlamında kullanılmıştır. Her ne kadar antropolojinin ortaya çıkışı ile birlikte farklı insan gruplarını kasd etmek için de kullanılsa, yine öz olarak soy anlamını korumuştur. Bununla birlikte Atsız’ın genetik anlamda ırk fikrinde olduğu iddiâsını da bizzât Atsız, Ötüken Dergisi’nin 1 Ocak 1967 târihli sayısında çıkan “Türk Halkı Değiliz, Türk Milletiyiz” adlı makâlesiyle yalanlamaktadır.
“Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur.
Türkler, Polonya Türkleri gibi tek tük istisnalarla evlerinde Türkçe konuşan, anadili Türkçe olan insanlardır.
Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka bir ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir.
Türkçülere yedi, hatta yirmi kuşak ilerisine kadar soy kütüğü arayan kimseler diye iftira ediliyor. Tatbik kabiliyeti ve araştırma imkânı olmayan bu gibi safsatalar ancak Moskofçuların ve başka düşmanların uydurmasından ibarettir. Her zaman verdiğimiz örnekleri yine tekrarlayalım: En büyük Türkler’den biri olan Yıldırım Bayazıd’ın anası Türk değildi. Hangi Türkçü onu Türklük kadrosundan çıkarmıştır veya çıkarabilir? İstiklâl Marşı şairi Mehmed Akif in babası Arnavut, ülküsü de Türkçülüğe aykırı olan ümmetçilik olduğu halde hangi Türkçü Mehmed Akif için Türk değildir demiştir?”
Elbette, bu ifâde, Atsız’ın tek bir yazısında geçmemektedir. Atsız, çeşitli defâlar bunu yazdığı gibi 1944 mahkemelerinde de yine, aynı şekilde savunmuş, aynı örnekleri vermiştir. Ayrıca yazarın Atsız’ın Türklüğü “Oğuz soyu” üzerinden ele aldığı gibi ipe sapa gelmez, hiçbir ciddiyeti olmayan iddiâsının saçmalığı da cabası. Bununla birlikte yazar, övdüğünü sandığı Yusuf Akçura hakkında da yüzeysel bilgiden fazlasına sâhip olmadığı için Akçura’nın başkanlığında toplanan 1. Türk Târih Kurultayında ortaya konulan sunumları bilmemektedir. Sadri Maksudi Bey’in (Arsal) “Türk Irkı” başlıklı sunumu1, baştan başa ırkçı bir nitelik taşımaktadır ve bu ırkçılık, doğrudan genetik ve kafatasına dayanan bir ırkçılıktır. Yâni Avrupa tipi bir ırkçılıktır (Sadri Maksudi Bey, I. Türk Tarih Kongresi). Aynı şekilde Şevket Aziz Bey’in (Kansu), “Türk Antropolojisi” başlıklı sunumunda da uzun uzun Türk ırkı vurgusu vardır ki, bilimsel bir antropoloji sunumu olmanın ötesinde, doğrudan ırkçı unsurlar barındırmaktadır (Şevket Aziz Bey, I. Türk Tarih Kongresi). Elbette, Yusuf Akçura’nın başkanlığında düzenlenen bir toplantıda yapılan sunumlar, doğrudan Akçura’nın fikirlerini belirtmez. Ama bize bu yönde fikir verir. Hele yazarın Atsız’ın ırkçılığını genetik bir temele dayandırması ve Akçura’nın ırk anlayışını yanlış aksettirmesi gibi bir durumla karşılaşınca…
Sonraki kısımda, Lütfi Bergen, Atsız’ın Türk târih ve devlet anlayışını, “Hun→Göktürk→Selçuklu→Osmanlı hattında neşet eden Türklük Hareketi’ni esas almaktan kurtulamamaktadır” diyerek eleştirmektedir. Türk târihinin doğru çizgisi böyleyken, Atsız’ın nasıl bir Türklük hareketini esâs almasını beklemektedir, acâba? Çok merâk ediyorum. Yazı boyunca, Lütfi Bergen’in kitâplarına değinme konusunda isteksizdim. Çünkü yazımın çizigisinin kaymasından endişe ediyordum. Ama Türklük açısından doğru olan çizgiyi eleştiren bir kişinin, tabiî olarak yazdığı kitâplar önem taşımaktadır. İster istemez de yazarın “Hanif Türk Gök Millet, Nuh’un Töreli Torunları” adlı kitâbı ve diğer kitâpları aklıma geldi. Bu kitâbının arka kapağında şöyle bir ifâde vardır: “Lütfi Bergen, Türklerin Bereketli Hilal içinde yer alan Anadolu’ya 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi neticesi girmedikleri, Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturmasından itibaren bu coğrafyada yerleşik oldukları tezini savunmaktadır.”
Türk târihini Nûh ile başlatıp, Türklerin de Nûh’un gemisinin karaya oturmasıyla Anadolu’da ortaya çıktığını iddiâ eden biri için elbette Atsız’ın ortaya koyduğu Türklük hattına karşı olunacaktır. Bilindiği üzere Türklerin soyunu Nûh’a dayandırmak, Hazar Kağanlığının Yahûdî inancını kabûl etmesinden sonra İsrâiliyât etkisi ile ortaya çıkan bir durumdur. Türklerin Müslümânlaşmasıyla birlikte de birçok Türk aydını da bu fikri benimsemiş ve savunmuştur. Bu doğaldır. Ancak yüzlerce yıl öncesine âid bir mitolojik anlatımı, 21. yüzyılda savunmak ilmî gerekçelere dayanmamaktadır. Kâşgarlı Mahmûd, bunu bin yıl önce savunabilir. Ama bugün biri savunamaz. Üstelik, bunu yapan kişi de, ne kadar ilginç ki, Atsız’ın Türkçülüğünün Türk-İslâm Terkipli Milliyetçilik denen anlayışa yakın olduğunu söyleyebilmektedir.
Bunun yanında Akçura’nın Türklük anlayışının Macarları da kapsadığını söyleyerek, Atsız’ı eleştirmektedir ki, burada Atsız’ın “Kardeş Kahraman Macarlar” şiirini kendisine hatırlatmak gerekir.
4. “Atsız’ın erken Cumhuriyet’i “Türk Devleti” saymadığı da dikkate alındığında, onun Türkçü Devlet Teorisi’nin büyük bir zaaf, tutarsızlık, hamaset içerdiği teslim edilebilecektir. Atsız 1 Aralık 1950’de Orkun Dergisi’nde yayınladığı “Kurucular Meclisi” makalesinde şöyle demiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti 1950 Mayıs’ında kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrı meşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır.” (Atsız, Orkun, Sayı: 9, 1 Aralık 1950).”
Atsız’ın herhangi bir rejime körü körüne bağlı olduğunu kimse iddiâ edemez. Cumhûriyete karşı değildir ama elbette, cumhûriyet, onun için olmazsa olmaz da değildir. Onun için yönetim şekli değil, milletin kendisi önemlidir. Bununla birlikte gerçek bir cumhûriyeti ise benimsemektedir. Ünlü 1944 Irkçılık-Tûrancılık Dâvâsı sırasında “hakiki bir cumhuriyete taraftarım” demiştir (Sançar, Nejdet, 2025:345). Bununla birlikte Atsız’ın Türk târih anlayışı, Türk târihini bir bütün olarak gören ve târihte devlet olduğu söylenen yönetimlerin hânedân olduğu, aslında iki devlet olduğu anlayışıdır. Cumhûriyetin i’lânını ise ayrı bir devlet olarak değil, basit bir rejim değişikliği olarak ele alır. Peki, yazar, neye dayanarak, Atsız’ın erken Cumhuriyet’i “Türk Devleti” saymadığı da dikkate alındığında” demektedir? Atsız, hiçbir yazısında bu dönemi Türk devleti saymadığını söylememiştir. Hiçbir mektûbunda, hiçbir şiirinde, hiçbir sözünde dememiştir. Ama yazar, 1923-1950 arasından döneme dâir eleştirisi insanları yanıltmaktadır.
Atsız, Orkun Dergisinde yayınlanan Kurucu Meclis başlıklı yazısında söz ettiği unsurları ise 1944 mahkemeleri sırasında da söylemiştir. Savcının rejimle ilgili sorusuna “Takdir buyurursunuz ki klasik bir cumhuriyet değildir. Cumhur halk demek olduğuna göre intihabın tek dereceli olması, mebusların serbest seçilmesi lâzımdır. Sonra fırkaların birden fazla olması ve bunların birbirlerini kontrol etmesi lâzımdır. Bunlar olmadığına göre bugünkü rejim klasik manasıyla bir cumhuriyet sayılmaz” demektedir (Sançar, Nejdet, 2025:345-346). Atsız, açık bir şekilde cumhûriyetin demokratik olması gerektiğini ortaya koymuş, bunu ise işkence gördükleri 1944 mahkemelerinde bile söylemekten çekinmemiştir. Ama Lütfi Bergen, maâlesef, Atsız’ın bu dönemi Türk devleti saymadığını söyleyebilmektedir.
5. “Devlet teorisinde DÖRT ARKETİP DEVLET bulunduğu söylenebilecektir. 1) Monarşi (sultan, hükümdar, kral rejimi); 2) Aristokrasi (soylu veya imtiyazlı sınıf rejimi); 3) Teokrasi (din adamları sınıfının yönetimi, Papaizm, Şahlık-Şiî devlet yönetimi); 4) Cumhuriyet (halk iktidarı).”
Elbette, burada devlet sistemleri, yönetim şekilleri ya da rejimlerle ilgili bir tartışmaya girmeyeceğim. Ancak yazıdaki yanlışları ve bu yanlışlar üzerinden Atsız ile ilgili yazdığı yanlışları ve çelişkileri ortaya koyma noktasında önem taşımaktadır.
Yazar, bu kısımda İslâm peygâmberi Hz. Muhammed’in cumhûriyetçi olduğunu iddiâ etmektedir. Elbette, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasından sonra Hz. Muhammed ve Dört Halîfe dönemi için benzeri ifâdeler kullananlar oldu. Bizzât Gâzi Mustafâ Kemâl Paşa da, cumhûriyetin i’lânından sonra TBMM’de bu dönem için cumhûriyet ifâdelerini kullanmaktadır. Elbette, bunun temelinde saltanat ve hilâfetin kaldırılmasından sonra cumhûriyet fikrine bir temel arama ihtiyâcı yatmaktadır.
Hz. Muhammed’in Medîne’de kurduğu yönetimle ilgili yorum yapmayı ise çok sevmiyorum. Zâten konumuz da değil. Bununla birlikte elbette, bu şehir devleti, bir krallık olarak görülemez. Çünkü saltanat söz konusu değildi. Ancak cumhûriyet olarak nasıl görülüyor? Meselâ Hz. Muhammed, halk tarafından mı seçildi? Kaldı ki, bu konu tamâmen İslâm inancıyla ilgili bir konudur. Ama yazının bu kısmında bizi ilgilendiren kısım, târihle ilgili ortaya koyduğu bu yanlışın yanında, Atsız ile ilgili söylediği “Nihal Atsız gibi bir Türkçü-Turancı, milliyetçiliğini -Din’e mesafeli olmasına rağmen- 1040’ı başlangıç noktası saymak nedeniyle Oğuzcu Ehl-i Sünnet Türklüğü üzerinden temellendirmektedir.” ifâdesidir.
Hz. Muhammed’in hilâfeti ile ilgili bilgiler, bilindiği üzere İslâm mezhepleri arasında değişkendir. Yâni Şiîlere göre Hz. Muhammed, Gadr-i Hûm denen bölgede amcasının oğlu ve dâmâdı Ali’yi, yerine halef ta’yin etmiş, diğerlerine de orada biât ettirmiştir. Ancak Sünnîlere göre ise olay, farklı bir şekilde yaşanmış, halef ta’yin etmemiş, biât ettirmemiştir. Dolayısıyla Hz. Muhammed ve Ali arasındaki kan bağına bakılırsa, kurulan yapı, Şiîlere göre monarşist bir yapıdır. Sünnîlere göre değildir. Oysa, Atsız’ı Oğuzcu Ehl-i Sünnet Türklüğü üzerinden temellendirmekle eleştiren yazar, doğrudan Sünnî, yâni Ehl-i Sünnet bakışını esâs almaktadır. Selçuklular gibi Türk târihinin en önemli dönemlerinden birine yapılan vurguyu Ehl-i Sünnet temelli olarak eleştiren yazarın, İslâm târihine bakışta Ehl-i Sünnet temelli olması da apayrı bir çelişkidir.
Tabiî, yazarımızdan Türkçülük dâiresi içinde olanlardan sâdece Atsız değil, Ziyâ Gök Alp da payını almaktadır. Gök Alp’ın eski Türklerin demokrat ve feminist olduğu yönündeki iddiâları, kurultayın varlığı ve kadınların toplum içindeki durumlarıyla ilgilidir. Elbette, bir târihçi olmayan Gök Alp’ın bu bakışı eleştirilebilir. Ama Hz. Muhammed’in cumhûriyetçi olduğunu söyleyen birinin böyle bir eleştiri yapması her şeyden önce kendisiyle çelişmektedir.
* * *
Türkçülük, bilindiği üzere iki ana kaynaktan beslenmiştir. Biri, Osmanlı Türklüğü; diğeri de Osmanlı dışında kalan ve çoğu Çarlık Rusyasında yaşayan Türkler… Osmanlı Türklüğünde Türkçülük, önce dil ve târih alanında Türkleşmeyle ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de Akçura, süreci tanzîmat dönemine kadar götürür. Bu dönemde Ziyâ Paşalar, Ahmed Cevdet Paşalar, Polonya kökenli Mahmûd Celâleddîn Paşalar öne çıkarken; Osmanlı dışında başta Gaspıralı İsmâil Bey olmak üzere, Hüseyinzâde, Ahundzâde gibi isimler öne çıkmıştır. Sonraki süreçte ise Türkçülük fikrinin gelişimiyle birlikte Osmanlı Türklüğünde Ziyâ Gök Alp, Ömer Seyfeddîn, Mehmed Emîn Bey gibi isimler öne çıkmış; Osmanlı dışında ise Yusuf Akçura, Said Maksûdî, Zekî Velidî Togan, Osman Hoca gibi isimler öne çıkmıştır.
Bu dönemdeki Türkçülük, ırk temelli bir anlayışa dayanmamaktadır. Her ne kadar soy bilinci olsa da, gelişmiş bir ırk anlayışı yer almamaktadır. Hattâ Ziyâ Gök Alp, ırk anlayışını eleştirmektedir. Tabiî, Osmanlı gibi çok uluslu bir devlette yer alan insanlar için bu doğal bir durumdur. Ancak bu dönemde Tûrancılığın öne çıktığını görüyoruz. Tûran adını taşıyan hikâyeler, şiirler yazıldı, gazeteler çıkarıldı.
İşte, ırka dayanan Türkçülük, bu dönemde Yusuf Akçura, Said Maksûdî gibi isimlerle ortaya çıkmaya başladı. Bu isimler, Türkçülüğü ırka dayandırmakla birlikte, ırkçılığı öne çıkarmadılar. Osmanlıların yerini cumhûriyete devretmesiyle birlikte, her ne kadar cumhûriyetin kuruluşunda Gök Alp’ın Türkçülüğü önde gelse de, Yusuf Akçura’nın çizgisi öne çıkmaya başladı. Üstelik, bir yandan milletvekili, bir yandan Türk Ocakları Hars Hey’eti başkanı, bir yandan da Türk Târih Kurumu başkanı yapılarak desteklendi de… Dolayısıyla bu dönemin politikasına uygun olarak Tûrancılığın geri çekilip, ırkçılığın öne çıkmaya başladığını görüyoruz.
Yusuf Akçura, Said Maksûdî gibi isimlerin yürüttüğü bu anlayışta, Mahmut Esat Bozkurt’un radikal ırkçılık diyebileceğimiz çizgisi, tam olarak yerini buldu. Tûrancı olmayan bu ırkçılık, dönemin politikası açısından belirleyiciydi.
Bununla birlikte 1. Türk Târih Kongresinde yaşananlar ve Zekî Velidî Togan’a yapılanlar, Yusuf Akçura’nın eski arkadaşını korumaması gibi nedenlerle Türkçülüğün içinden bir çizgiden özerkleşip, devlet güdümünden çıktığını ve görüyoruz. İşte, bu Atsız çizgisidir. Atsız’ın Türkçülüğü, bir yandan devrin ırkçılığını yaşatırken, bir yandan da terk edilen Tûrancılığı bütün varlığı ile benimsemiştir. Ancak devlete muhâlif bir çizgiye evrilmesiyle birlikte de devletin hedefi olmuştur. Yazar, yazısının sonunda yanlış bir şekilde, Yusuf Akçura’nın unutturulduğunu söylüyor. Oysa, unutturulmak istenen tek Türkçü Atsız’dır, bir başkası değil. Merâk eden, Atsız’ın Orhun dergisinin kapatılmasından sonraki süreci ve Fâlih Rıfkı Atay’ın yazılarını inceleyebilir.
I. Türk Tarih Kongresi, https://ttk.gov.tr/i-turk-tarih-kongresi-02-11-temmuz-1932-ankara/
Kaynakça
AKÇURA, Y. (1978), Türkçülük, Türkçülüğün Tarihî Gelişimi, İstanbul:Türk Kültür Yayını
SANÇAR, N. (haz. AKGÖZ, S.) (2023), 1944 Irkçılık Turancılık Davası, Mahkeme Günlükleri, İstanbul: Bozkurt Yayınları
I. Türk Tarih Kongresi, 02-11 Temmuz 1932, Ankara, https://ttk.gov.tr/i-turk-tarih-kongresi-02-11-temmuz-1932-ankara/
Bahse konu olan Lütfi Bergen’in kaleme aldığı yazıyı okumak için;