Bir siyasetçinin kendi kariyerini borçlu olduğu siyasi partiyi terk edip rakip partiye geçerken sığındığı o meşhur gerekçe ” çocuklarım ve kariyerim için” basit bir kişisel mazeret değildir. Bu ifade, çağımızın ahlaki kodlarını, yani zamanın ruhunu ifşa eden bir semptomdur. Veya bir siyasetçinin siyasi baskılara maruz kalmamak, çatışmadan kaçınmak ve kariyerini korumaya çalışmak için yaptığı manevralar yalnızca kişinin ahlaki ilkeleri ve karakteri ile açıklanamaz. Zira siyasi yozlaşmayı yalnızca bireylerin ahlaki zayıflığına indirgemek, altta yatan asıl hastalığı gözden kaçırmak anlamına gelir. Bedel ödemenin “enayilik”, konforun ise nihai amaç sayıldığı bir çağda bu tür olaylar kaçınılmazdır. Bu yazıda, bu tür transferlerin anatomisi sırasıyla Foucault ve Arednt’in sağladığı kavramsal çerçeve bağlamında tartışılacaktır.
Episteme: İyi Yaşamın Konforla Ölçülmesi
Foucault’ya göre episteme, belirli bir tarihsel dönemde neyin “bilgi”, neyin “doğru”, neyin “mümkün” ve neyin “düşünülemez” olduğunu belirleyen derin, bilinçdışı ve görünmez kurallar bütünüdür. Bir bilgisayarın işletim sistemi gibi, o dönemdeki tüm bilimsel, felsefi ve gündelik söylemlerin üzerinde çalıştığı temel altyapıdır. Bireyler, çoğu zaman farkında olmadan bu episteme’nin çizdiği sınırlar içinde düşünür ve eylerler. Günümüzün epistemesi, bedel ödemeyi “romantizm”, kişisel çıkarı maksimize etmeyi ise “rasyonellik” olarak kodlamıştır. Bu sistemde “iyi yaşam”, ilkelere sadakatle değil, maddi güvence ve konforun seviyesiyle ölçülür. Tüketim, varoluşun en temel onaylanış şekli haline gelmiştir.
Böyle bir ahlaki iklimde, “dava adamlığı” veya “dik duruş” gibi kavramlar, anlamını yitirmiş nostaljik sloganlara dönüşür. Siyaset, ortak bir gelecek inşa etme sanatı olmaktan çıkıp, bireysel kariyer planlamalarının ve menfaat transferlerinin yapıldığı bir piyasaya evrilir. Bu dönemin epistemesini belirleyen yapı ise emek, tüketim ve bir şekilde hayatta kalma çabasıdır. İnsanın kendi vasıflarını kazandığı ve icra ettiği hem kendisinin hem toplumsallığın inşa edildiği eylemsellik veya kamusal alanın daralması sonucu insana tek yüce değer olarak çalışmak ve tüketmek kalmıştır. Şimdi Arednt Vita Activa kavramı bağlamında günümüzün insan faaliyetlerinin nasıl yönlendirildiğini ortaya koyan epistemik düzene bakma sırası.
Eylemin Çöküşü: Hayatta Kalma Telaşının Tiranlığı
Hannah Arendt, İnsanlık Durumu adlı çalışmasında faal yaşamı (Vita Activa) üç temel faaliyete ayırır: Hayatta kalmak için verilen emek (labor), dünyaya kalıcı şeyler bırakan iş (work) ve en önemlisi, kamusal alanda risk alarak yeni bir başlangıç yaratan eylem (action). Siyaset, tam da bu “eylem” alanıdır. Siyaset insanı sadece biyolojik bir varlık olmaktan çıkarıp onu bir özne, anlam üreten bir canlı veya yurttaş yapar. Ancak bugünlerde siyasetin değersizleştirilmesi buna karşılık emeğin ve tüketimin yüceltilmesi bize insanlık vasıflarımızı dahi kaybettirebilmektedir.
Modern trajedimiz, Arendt’in bu hiyerarşisini baş aşağı çevirmemizdir. Siyasi transfer, bu altüst oluşun en somut, en dramatik sahnelenişidir. Siyasetçi, bir “eylem” olarak kamusal alanda üstlendiği ilkesel duruşu, savunduğu “dava”yı ve temsil ettiği çoğulcu iradeyi terk eder. Peki neyin uğruna? Arendt’in hiyerarşisinin en alt basamağında yer alan, yani hayatta kalma ve biyolojik varlığı sürdürme zorunluluğunu ifade eden “emeğin” modern bir versiyonu uğruna: Maddi konfor ve kişisel güvence.
Siyasetçinin “ailem ve geleceğim için” mazereti, basit bir bahane değil, çağımızın en dokunulmaz kutsalına, yani özel hayatın korunaklı limanına sığınma ilanıdır. Bu sığınma, kamusal bir sorumluluk olan ‘eylemin’, bireysel bir hayatta kalma içgüdüsü olan ’emeğin’ önünde diz çökmesidir. Davanın, hayatta kalma telaşının tiranlığına teslim oluşunun en açık, en acı itirafıdır bu. Evet, siyaset bugün tam anlamıyla baş aşağı edilmiştir. Çünkü halkın ezici çoğunluğu için hiçbir maddi getiri sunmayan bir angarya, siyaseti meslek edinen bir azınlık içinse sadece kişisel bir kazanç kapısı, bir ‘iş’ haline gelmiştir. Neticede siyaset, kamusal bir erdem ve eylem alanı olmaktan çıkıp, bireysel hırsların ve hayatta kalma mücadelesinin pazarlık zeminine dönüşmüştür. Siyasetin bir ‘’iş’’ kategorisine indirgenmesi sistemleri, kurumları ve demokrasileri daha kırılgan bir hale getirmektedir.
Konforun Otoriter Rejimleri Beslemesi
Sonuç olarak, bir siyasetçinin kamusal bir mücadeleyi terk edip kendi özel konfor alanına çekilmesi, sistemdeki bir hata değil, sistemin bizatihi kendisidir. Bu, sadece siyasetçilerin değil, aynı konfor kodlarıyla düşünen biz seçmenlerin de ortaklaşa ürettiği bir normdur. Bu durumun nihai sonucu, siyasetin anlamını yitirmesi ve otoriterliğe zemin hazırlamasıdır. Herkesin kendi kişisel güvenliğiyle meşgul olduğu, kimsenin ortak iyi için risk almadığı bir toplumda kamusal alan çölleşir. Otoriter rejimlerin arzuladığı zemin tam da budur: kamusal alanı terk etmiş, kendi küçük dünyalarına hapsolmuş, risk almaktan korkan uysal kitleler. Bu nedenle, şahit olduğumuz o siyasi transferler, yalnızca birkaç politikacının ilkesizliği değildir.