Felsefe

Eğer Ölü Bedenler Çürümeseydi Ne Olurdu?

İnsanlık tarihinde ölüm, daima en büyük kesinlik olmuştur. Bu kesinliğin fiziksel kanıtı ise bedenin çürümesi, organik varoluşun dağılıp toprağa karışmasıdır. Bedenin bu kaçınılmaz yok oluşu, dünya çapında sayısız defin ritüelinin, yas tutma pratiğinin ve ahiret inancının (diriliş, ruhun göçü vb.) temelini oluşturur. Ölü beden çürür ve bu çürüme süreci tamamlandığında, ölü artık yaşayanların fiziksel mekânından ve kaygılarından bir nebze de olsa “uzaklaşmış” kabul edilir.

Peki, bu temel biyolojik süreç gerçekleşmeseydi; eğer ölü bedenler çürümeseydi ve sonsuza dek korunmuş bir halde kalsaydı, insan toplumu, inanç sistemi ve felsefesi nasıl bir dönüşüm yaşardı?

İnsanın Ölüm Korkusu ve Ölümsüzlük Arayışı

İnsanın ölüm korkusunun en büyük kısmı, bedenin yalnızca biyolojik işlevini yitirmesi değil, aynı zamanda dağılması, nihai hiçliğe karışması gerçeğidir. Eğer beden yok olmasaydı, evet, insanın ölüm korkusu büyük ölçüde hafiflerdi. Yok olma korkusu, yerini kalıcı bir “statü değişikliği” kaygısına bırakırdı. Ölüm, bir yokluk değil, sessiz, hareketsiz bir varlık biçimine geçiş olarak algılanırdı.

Ancak korkunun azalması, sadece nitelik değiştirmesi anlamına gelirdi. Beden zaten kalıcı olduğu için, bastırılmış ölümsüzlük arayışı azalırdı. Bireyin fiziksel varlığı zaten en kalıcı anıtı haline geldiğinden, neden bir sanat eseri veya bilimsel keşif yoluyla geleceğe bir isim bırakmaya çalışsın ki? Toplumun enerjisi, kendini geleceğe taşıma arayışından, mevcut kalıcı varlıkları (cesetleri) yönetme yükümlülüğüne kayardı. Eser üretimi, belki de bedeni onurlandırma veya ataların rızasını kazanma ritüellerine dönüşürdü. Örneğin Endonezya’nın Toraja halkının yaptığı gibi, cesetleri mumyalayarak yıllarca evde tutma ve Ma’nene (atalara bakmak) ritüeliyle cesetleri mezardan çıkarıp temizleyip giydirme pratikleri vardır.

Felsefe ve Varlık Krizi

Martin Heidegger’e göre insan, “Ölüme-Doğru-Varlık”tır. İnsan ancak ölümünün kesinliğini kabul ederek, hayatına anlam veren özgün kararları alabilir. Ölüm, tüm olanakların bittiği, mutlak bir sınırdır.

Çürümez bir bedenin varlığı, bu mutlak sınırı ortadan kaldırırdı. Ölüm, hiçlik değil, daimi bir nesne olma haline gelirdi. Felsefe, bireyi özgün olmaya çağıran itici gücünü kaybederdi; çünkü artık yok olma tehdidi yoktur, yalnızca kalıcı bir varlık olarak sonsuz sorumluluk yükü vardır. İnsanlık için en büyük sorun, artık nasıl öleceğimiz değil, o kalıcı bedenle nasıl yaşayacağımız olurdu. Bu durum, modern felsefenin en önemli tezi olan varoluşçuluğu sarsardı.

Din ve Mülkiyet Krizi

Çürümez cesetlerin olduğu bir dünyada, dinler ve toplumsal yapılar kökten değişime uğrardı: Beden kalıcı olduğu için, dinlerin diriliş ve öbür dünya vaadi büyük ölçüde yeniden yorumlanmak zorunda kalırdı. Öteki dünya inancının sonu olabilirdi. Fani ve Ahiri dünya ayrı değil bir bütün olarak kabul edilirdi. Ruhun terk ettiği bedene tekrar döneceğine dair bir inanç oluşabilirdi. Ölüm ve hayat bir arada yaşanır ve ölüm daima bir gerçeklik olarak hatırlanırdı. Ancak ölülerin (duyup görebilen) sürekli gözetleyici olduğu inancı güçlenirse, din, ataların onurunu ve memnuniyetini esas alan bir ata kültü formuna evrilirdi.

Sosyolojik açıdan en büyük kriz, mekân yönetimi olurdu. Yaşayanların aksine, ölü sayısı sürekli artar ve hiçbir zaman azalmazdı. Bu durum, mantıksal olarak yaşayanlardan çok ölülerin olduğu bir dünyaya yol açardı. İnsanlar, ölüm sonrası bedenlerinin uygun şekilde korunması ve onurlandırılması için yaşarken mülk edinmeye odaklanırdı. Kişiler, kendi çürümeyen bedenlerinin saklanması için bir ev, arsa veya mezar odası edinmeyi en büyük öncelik haline getirirdi. Örneğin Filipinler’deki Ibaloi ve Kankana-ey kabilelerinin yaptığı gibi, ölen akrabayı evin içine gömme ve mülkün satılmayacağına dair güvence oluşturma pratiği, çürümez bir bedenin tapu değerinde olacağı tezini doğrular. Bu kültürde mezar, mülkiyet belgesinin değerinden çok daha fazlasını ifade eder ve ölen kişi, “eğlenirken veya sorunlarla uğraşırken onları görmek” arzusuyla evin bir parçası olarak kalır. Benzer bir durumda Manila Kuzey Mezarlığı’nda olduğu gibi, yoksulların mezarlık alanlarını işgal ederek, hatta mozelelerin içinde yaşayarak bu kalıcı cesetlere hizmet etmesi, ölülerin mekânsal hakimiyetini ve ekonomik gücünü gösteren çarpıcı bir örnektir.

Dolayısıyla bu durum, mülkiyetin miras olarak bırakılmasını reddetme eğilimini tetikleyebilirdi. Bireyler, mülklerini yaşayan mirasçılara bırakmak yerine, mülklerinin kendi cesetlerinin sonsuz bakımına ayrılmasını şart koşabilirdi. Bu, toplumsal gerilimi, sınıf ayrımını ve mekân krizini feci boyutlara taşırdı; zira toprak ve kaynaklar, sürekli artan daimi cesetlerin himayesi altına girerdi.

Bedenin çürümemesi yaşayanlara büyük bir yük getirebilirdi. Bu durumda insanlar farklı yöntemlerle ölü bedenleri yok etmeyi seçebilirdi. Özellikle doğal afetler nedeniyle aşırı deforme olan bedenlerin veya cinayet kurbanı olmuş insanların bedenleri yok edilmeye çalışılabilirdi. Ancak bedeni yok etmenin öldürmeden daha büyük bir tabu olabileceği düşünüldüğünde ölü makyajı veya endüstrisi küresel bir endüstriye dönüşebilirdi.   Zira bedenin çürümeyeceğine olan bilgi,  bedenleri korumaya yönelik bir toplumsal baskıyı kurumsallaştırabilirdi. Bedenin ölümden sonra muhafazası farklı toplumlarda kalıcı bir kültür olabilirdi. Bu da aslında ölülerin yaşayanlar yönettiği bir kültürü ortaya çıkarabilirdi.

Sonuç olarak, çürümezlik, insanı yok olma korkusundan kurtarırken, onu daha ağır, daha karmaşık bir yükün altına sokardı: sonsuza dek sürecek bir sorumluluk. Yaşam, kalıcı bir gözetim, mekânsal kısıtlama ve ataların bitmeyen otoritesi altında daha baskılayıcı hale gelir, toplumun esas meselesi, nasıl öleceğimiz değil, kalıcı bir varlık olarak nasıl yönetileceğimiz olurdu. Son olarak bu küçük ölçekte bir dizinin bir bölümü de olabilirdi. Ve bize absürdün normal olduğu alternatif bir dünyayı ilgi çekici ve düşündürücü bir biçimde sunabilirlerdi.

Visited 35 times, 1 visit(s) today

Close