“Dil varlığın evidir.” diyor ünlü Alman felsefeci Martin Heidegger. “Ikea, evinizin her şeyi” söylemiyle Türkiye’de büyük bir üne kavuşan ev ve yapı mağazası Ikea’yı gezerken aklıma takıldı bu söz. Mağazada satışa sunulan tüm ürünlerin İsveççe isimleri olması dikkatimden kaçmamıştı. Örneğin mağazadan satın aldığım sümen “plöja” adıyla satışa sunulmuştu. Yine Ikea’dan çalışma masama uygun bulup almış olduğum kalemliğe “rissla” adı verilmişti. Elbette bu isimler rastgele seçilmiş değildi. Bu tavır bir satış politikasından çok ulusal bir kültür politikasının sonucuydu. İsveççe isimlerle satışa sunulan ürünlerin Türkçe karşılıklarına yer vermelerine rağmen İsveççe isimlerin büyük puntolarla Türkçe karşılıklarınsa küçük puntolarla yazılmasına özen göstermeleri de ulusal kültüre ve onun taşıyıcısı olan dile verdikleri önemi ortaya koyuyordu. Bazı ürünlerine İsveç efsanelerinden ya da İsveç halk kültüründen hareketle ad vermeleri ve ürünlerin sergilendiği alanlara bu adların veriliş amacını açıklayan açıklama panoları koymaları mağazanın sadece ürün satışı değil, aynı zamanda bir kültür tanıtımı yapma amacı olduğunu gözler önüne sermekteydi.
Ikea’nın Türk markalarınkine benzemeyen ve ulusal kültürü önceleyen farklı bir pazarlama anlayışı vardı. Şüphesiz ki ülkesinin kültür birikiminden güç alan ulusal markalar dünya çapında başarıya ulaştıkları takdirde ait oldukları ülkenin “imajına” önemli bir katkı sağlamaktadırlar. Bu katkı tek taraflı bir kazanç değil, aksine çift yönlü bir “kazan kazan” yaklaşımının da sonucudur. Tüketici gözünde olumlu bir izlenime sahip olan ülkeler sahip oldukları nitelikli ticari kuruluşlar sayesinde ulusal itibarlarını artırırken bu ülkelerden çıkan ya da çıkacak olan yeni kuruluşlar da bu itibarla girdikleri/girecekleri piyasada avantajlı konuma geçerler. Tıpkı Ikea örneğinde olduğu gibi otomotiv sektöründe Alman markalarının başarılı olmalarının altında tüketicinin bilinçaltında yer edinen ulusal bir kültür özelliği olarak vurgulanan “Alman disiplini” algısının önemli bir yeri vardır.
Ikea örneğinden hareketle bazı çıkarımlarda bulunmak gerekirse bu tip ulusal markaların esas itibarıyla kültürel koruyuculuk ilkesiyle hareket ettikleri söylenebilir. Esas amaç ticari etkinlik olsa da yan amaç bu etkinlik esnasında İsveç kültürünün tanıtılması ve İsveç kültürü ile ilgili olumlu bir algı inşa edilmesi sürecine katkı sunmaktır. Ikea markasının “logo”sunun İsveç bayrağı ile benzerlik göstermesi, mağaza içerisinde bulunan yemek bölümünde İsveç yemeklerinin satılması, ayrıca her ürünün ve her bölümün İsveççe adlarla kuşatılması bu niyetin açık bir dışavurumudur.
Peki Bizde Durum Nasıl?

Ikea’ya yönelik bu tespitler elbette olumsuz bir eleştiri için değil, örnek alınacak bir tavrın somut hâli olduğu için yapıldı. Ancak karşımızda Ikea gibi bir örnek varken Türk markalarının ulusal kimlikten beslenmeyen ve evrensellik adına Amerikan kültürüne teslim olma politikaları karşısında öfkeye kapılmamak da pek mümkün değil. Ancak bu anlayışın sadece markalarla sınırlı kalmadığı, gençler üzerinde çok daha büyük bir etki gösterdiği gerçeğini de göz ardı edemeyiz.
Bir ulusun dil bilinci aynı zamanda o ulusun kültür bilincidir. Çünkü dil yalnızca bir iletişim aracı değildir; aynı zamanda o toplumun tarihinin, kimliğinin ve dünyayı algılayış biçiminin taşıyıcısıdır. Bu taşıyıcılığın önemini görmezden gelip kültür bilincini kaybeden uluslarsa yok olmaya mahkûmdurlar. İktidar sahipleri tarafından ne kadar aksi söylense de sürekli olarak dinselleştirmenin öne çıkarıldığı, ulusal kültürün yaşamsal öneme sahip olduğu gerçeğinin anlatılmadığı bir eğitim sistemi gençlerimizi her geçen gün daha da kötü bir noktaya götürüyor. Gerek devletin yanlış politikaları gerek küresel sermayenin kuşatıcılığı nedeniyle dilimizi ve ulusal özümüzü kaybediyoruz. Konuyla ilgili birkaç örnek vermek gerekirse şunları sıralayabiliriz: Genç yazarlar artık “tanıtım” değil, “lansman” istiyorlar. İnsanlar kahvelerini “Kahve Dünyası” gibi Türk markalardan değil, “Starbucks” gibi yabancı markalardan almayı tercih ediyorlar. Aşırı dinselleştirmenin bir sonucu olarak “Starbuks boykot”una katılanlarsa “kendilerini daha iyi hissetmek” adına sermayesi yerli adı yabancı olan “Espresso Lab”ı tercih ediyorlar. Bugünlerde Amerikalı “Netflix”in kültür politikalarından rahatsız olanlar Türk sermayesi ile kurulan ancak adı Türk’e ilişkin hiçbir çağrışım barındırmayan “Exxen”i öneriyorlar. “T(e)V(e) 8” demek köylülük, “T(i)V(i) 8” demekse çağdaşlık olarak görülüyor. Eskiden “yıldız” olmak isteyenler bugünlerde “star”lığa yükselmek(!) istiyorlar. Erkekler artık berbere değil, “erkek kuaförüne” gidiyorlar. Şenliklerimiz bile bir anda “festival”lere dönüştü. Bense her gün önünden geçtiğim yiyecek içecek satan dükkânın adının artık “Yellow” olduğunu görüp neden “Sarı” denilmediğini düşünmeden edemiyorum.
Tüm bu örneklerin karanlığında yaşam mücadelesi veren aydınlar olarak ulusal bir kültür kurma amacı taşıyan Cumhuriyet Devrimi’nin uluslararası tek tipleştirme politikalarına boğdurulmaya çalışıldığını kim bilir ne zaman göreceğiz? Güzel Türkçeye sahip olmanın eksiklik, bozuk bir Türkçeyle konuşmanın üstünlük olarak algılandığı bir toplumda ulusal kültürün önemini kime anlatabiliriz? Kendi kültürünü ve kültürünün en önemli ögesi olan dilini ulusal markasının içine sarsılmaz bir şekilde yerleştiren İsveç’in Ikea’sı örneğini gördükten sonra ulusça kapılmış olduğumuz bu aşağılık duygusundan nasıl kurtulacağımızı düşünmeden edemiyor insan. Belki de ulusal kültürüne sahip çıkan insanlar olarak “sorun” bizdedir. Bütün bu yapılan yozlaştırma çabaları ülkemizin dört bir yanında görmeye alıştığımız yabancılar ülkemizde yabancılık çekmesin diyedir(!) Ancak ne yalan söyleyeyim, ben artık yurdumda derin bir yabancılık çekmekteyim.