Uluslararası ilişkiler disiplini, devletlerin ve ulus-üstü kuruluşların dış politika kararlarını şekillendiren normatif değerler ile stratejik çıkarlar arasındaki gerilimi sıkça incelemektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin (AB) kıdemli Orta Doğu diplomatı James Moran tarafından yapılan, üye ülkelerin İsrail’e yönelik silah tedarikini durdurması yönündeki çağrı, AB’nin küresel aktör kimliği, içsel karar alma mekanizmaları ve transatlantik ilişkiler ekseninde çok katmanlı bir analiz gerektirmektedir. Moran’ın bu çağrısı, yalnızca belirli bir çatışmaya yönelik somut bir politika önerisi olmanın ötesinde, AB’nin “normatif güç” (normative power) olarak anılan kimliği ile üye devletlerin jeopolitik ve tarihsel çıkarları arasındaki karmaşık dengeyi de gözler önüne sermektedir. Bu deneme, Moran ’ın çağrısını merkezine alarak AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’ nın (CFSP) sınırlarını, normatif gücünün pratik uygulanabilirliğini ve bu tür bir politikanın transatlantik ilişkiler üzerindeki potansiyel etkilerini akademik bir çerçevede ele almayı amaçlamaktadır.
Avrupa Birliği’nin Normatif Gücü ve Kamuoyunun Rolü
James Moran’ın çağrısının temel dayanaklarından biri, Avrupa’da bu yönde güçlü bir kamuoyu desteğinin varlığına işaret etmesidir. Bu durum, dış politika yapım süreçlerinde toplumsal taleplerin ve sivil toplum baskısının artan önemini vurgulamaktadır. AB, kuruluş felsefesi gereği insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve barışçıl çatışma çözümü gibi evrensel değerleri dış politikasının merkezine yerleştiren “normatif bir güç” olma iddiasındadır. Bu iddia, Birliğin uluslararası arenadaki meşruiyetinin ve “yumuşak güç” kapasitesinin temelini oluşturur. İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarına yönelik Avrupa kamuoyunda uzun süredir devam eden eleştiriler ve Filistin halkının haklarının korunması yönündeki talepler, bu normatif kimliğin somut politikalara dönüştürülmesi için bir baskı unsuru yaratmaktadır.
Bu noktada Moran’ın önerdiği silah ambargosu, sembolik bir kınamanın ötesine geçerek, AB’nin normatif ilkelerini hayata geçirme kararlılığını gösterecek doğrudan ve etkili bir politika aracı olarak öne çıkmaktadır. Silah satışlarının durdurulması, AB’nin uluslararası hukuka ve insan haklarına saygı göstermeyen aktörlere karşı somut yaptırımlar uygulama kapasitesini test edecektir. Bu tür bir adım, AB’nin yalnızca ekonomik çıkarlarını gözeten bir birlik olmadığını, aynı zamanda küresel düzeyde etik ve politik sorumluluklar üstlenen bir aktör olduğunu kanıtlama potansiyeli taşır. Dolayısıyla Moran’ın çağrısı, AB’yi normatif iddiaları ile jeopolitik gerçekler arasında bir seçim yapmaya zorlayan bir turnusol kâğıdı niteliğindedir.
Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nın (CFSP) Sınırları ve İçsel Çatışmalar
Moran’ın önerisinin hayata geçirilmesindeki en büyük engel, AB’nin kendi içsel karar alma mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (CFSP) çerçevesinde, özellikle savunma ve güvenlik gibi hassas konulardaki kararlar genellikle üye devletlerin oybirliği ilkesine tabidir. Bu durum, tek bir üye devletin dahi muhalefetinin, ortak bir politikanın benimsenmesini engelleyebileceği anlamına gelir. İsrail’e silah ambargosu gibi radikal ve tartışmalı bir adımın atılabilmesi, 27 üye devletin tamamının mutabakatını gerektirecektir ki bu, mevcut siyasi konjonktürde oldukça zordur.
Özellikle Almanya, Çekya ve Macaristan gibi İsrail ile tarihsel, siyasi ve stratejik olarak yakın ilişkilere sahip ülkelerin tutumu bu süreçte belirleyici olacaktır. Almanya, tarihsel sorumluluk (“Staatsräson”) ilkesi gereğince İsrail’in güvenliğini ve savunma kapasitesini desteklemeyi kendi dış politikasının temel direklerinden biri olarak kabul etmektedir. Bu nedenle Berlin’in, İsrail’e yönelik kapsamlı bir silah ambargosuna destek vermesi beklenmemektedir. Benzer şekilde, bazı Doğu Avrupa ülkeleri de ABD ile olan stratejik ilişkilerini ve İsrail ile geliştirdikleri güvenlik işbirliklerini önceliklendirebilir. Bu farklılaşan ulusal çıkarlar, AB’nin “ortak bir dış politika aktörü” olarak hareket etme kapasitesini ciddi şekilde sınırlamaktadır. Sonuç olarak, Moran’ın çağrısı, AB içindeki diplomatik pazarlıkların ve siyasi uzlaşı arayışlarının ne denli çetin geçeceğini ve Birliğin ortak bir sesle konuşabilme yeteneğinin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Stratejik Çıkarlar, Transatlantik İlişkiler ve Küresel Güç Dengeleri
Silah ambargosu önerisi, aynı zamanda AB’nin küresel stratejik konumunu ve en önemli müttefiki olan ABD ile ilişkilerini de doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Washington yönetimi, uzun yıllardır İsrail’e koşulsuz askeri ve diplomatik destek politikasını sürdürmektedir. AB’nin bu konuda ABD’den ayrışarak tek taraflı bir ambargo kararı alması, transatlantik ilişkilerde ciddi bir gerilime yol açabilir. Bu durum, AB’nin Orta Doğu’daki güvenlik mimarisine müdahil olma ve bölgedeki krizlerde yapıcı bir rol oynama kapasitesini de zayıflatabilir. ABD ile stratejik uyumun bozulması, AB’nin Rusya, Çin gibi diğer küresel aktörler karşısındaki pozisyonunu da olumsuz etkileyebilir.
Diğer yandan, böyle bir politika AB’nin küresel meşruiyetini artırarak normatif gücünü pekiştirebilir. Uluslararası hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunma yükümlülüğünü yerine getiren bir AB, küresel güney ülkeleri ve uluslararası sivil toplum nezdinde daha fazla itibar kazanabilir. Bu, AB’nin uzun vadeli “yumuşak güç” kapasitesini ve diplomatik etkisini artırabilir. Moran’ın açıklaması, AB’yi bu iki zıt olasılık arasında zorlu bir denge kurmaya davet etmektedir: Bir yanda ABD ile stratejik ittifakı koruma ve jeopolitik istikrarı sürdürme hedefi, diğer yanda ise kurucu değerlerine sadık kalarak etik bir dış politika izleme sorumluluğu bulunmaktadır.
Sonuç olarak, kıdemli diplomat James Moran’ın İsrail’e silah tedarikinin durdurulması yönündeki çağrısı, Avrupa Birliği’ni temel kimliksel ve stratejik sorgulamalarla yüzleşmeye iten önemli bir gelişmedir. Bu çağrı, AB’nin normatif gücü ile üye devletlerin ulusal çıkarları arasındaki derin çatışmayı, CFSP mekanizmalarının yapısal zayıflıklarını ve transatlantik ilişkilerin hassas doğasını açıkça ortaya koymaktadır. Ambargonun uygulanıp uygulanmaması, AB’nin gelecekte nasıl bir küresel aktör olmak istediğine dair vereceği cevabı şekillendirecektir: Stratejik çıkarlarını ve müttefik ilişkilerini önceliklendiren pragmatik bir güç mü, yoksa uluslararası hukuk ve insan hakları temelinde hareket eden normatif bir lider mi? Bu sorunun cevabı, yalnızca Orta Doğu’daki dengeleri değil, aynı zamanda 21. yüzyılın küresel düzeninde Avrupa Birliği’nin yerini ve rolünü de belirleyecektir.