Puşkin’le Politik Psikoloji Dersleri – 3
Boris Godunov’un finalinde meşruiyetin yokluğunu görmüştük: Halk sustu, tören boşa düştü, iktidar havada kaldı. Yüzbaşının Kızı’nda bunun tersini izledik: Meşruiyetin nasıl sıfırdan kurulabildiğini gördük. Şimdi üçüncü durağa, Dubrovski’ye geliyoruz ve bu kez soru daha acı: Sistem yerinde duruyorsa ama adalet işlemiyorsa insan ne yapar? Mahkeme var, kâğıt var, mühür var, ama haklı olan kaybediyorsa ne olur? Hukukun gücü değil de güçlünün hukuku işlediğinde meşruiyet nasıl erir, nasıl çöker?
Dubrovski, 19. yüzyıl Rus taşrasında geçer. Yüzeyde romantik bir macera gibidir: Genç bir subay, haksızlığa uğramış bir baba, güç sahibi bir komşu, yasak bir aşk. Ama Puşkin burada aslında başka bir şeyi deşiyor: sistemik adaletsizliğin psikolojisini, güç asimetrisinin insanı nasıl sistem dışına ittiğini ve meşruiyetin adım adım, prosedür prosedür, nasıl çöktüğünü gösteriyor.
Bir Toprak Kavgasının Trajik Sonu
Vladimir Dubrovski Petersburg’da genç bir subayken babasından telaşlı bir mektup alır. Komşuları, zengin ve nüfuzlu Kirila Troekurov ile aralarındaki bir toprak anlaşmazlığı mahkemeye taşınmıştır. Vladimir hemen köye koşar ve babasını hem bedenen hem ruhen çökmüş halde bulur.
Ne olmuştur? Eskiden dost olan iki toprak sahibi bir gurur çatışmasına girmiştir. Troekurov’un onuru incinmiş, o da gücünü ve nüfuzunu kullanmaya karar vermiştir. Yozlaşmış yerel adalet mekanizmasını devreye sokar; hâkimler, kâtipler, memurlar onun tarafında yer alır ve sonunda “aslında o arazilerin Troekurov’a ait olduğu” yönünde karar çıkar. Kâğıt üzerinde her şey düzgündür: duruşma yapılmış, tanık dinlenmiş, kararname yazılmıştır. Ama gerçekte olan şey şudur: Hukukî kılıf geçirilmiş bir gasp. Güçlü olan kazanmış, zayıf olan kaybetmiştir.
Yaşlı Dubrovski bu adaletsizliğin şokuyla felç geçirir ve ölür. Vladimir öfkelidir ama önce yine sistem içinde çözüm ara. Dilekçe yazar, üst makamlara gider, hakkını arar. Ama boşuna. Sistem Troekurov’un cebindedir. Hâkim bağımsız değildir, memur korkmuştur, prosedür sadece şekilden ibarettir. Bunun üzerine Vladimir sistemden umudu keser. Köydeki evi yakar, köyü terk eder, ormana gider ve kendine bir çete kurar. Bu çeteyle bir tür seçici haydutluğa yönelir. Haksızlık yapanları, zengin ve kibirli olanları hedef alır. Bu, devletin sağlamadığı adaleti bireysel olarak üretme çabasıdır; yani “sen adaleti vermezsen ben veririm” demektir.
Bu kadarla da kalmaz Dubrovski. Fransız bir öğretmen kılığında Troekurov’un evine girer ve onun kızı Maşa’ya âşık olur; Maşa da ona… Fakat gücün asimetrisi aşk sahnesinde de değişmez. Troekurov, kızını yaşlı ve zengin bir prensle evlendirir. Düğün yapılır. Vladimir düğünden sonra Maşa’yı kaçırmaya gelir. Maşa’nın cevabı romanın moral kırılma noktasıdır: “Geç kaldın. Artık evliyim. Kilisede söz verdim. Bu söz kutsaldır.” Vladimir geri çekilir, Maşa mutsuz bir evliliğe mahkûm olur, Dubrovski’nin çetesi de dağılır.
Görünüşte bir aşk ve intikam hikâyesi olan bu anlatı, aslında üç şeyi anlatır: prosedürel adaletsizlik, gücün kurumları ele geçirmesi, adalet çöktüğünde insanların sistem dışına kayması. Yani tam da bizim aradığımız politik-psikoloji dersi.
Sistem Var Ama Adalet Yok: Prosedürel Adaletsizlik
Dubrovski’nin hikâyesindeki en acı şey şu: Dışarıdan bakınca her şey yerli yerinde. Mahkeme var, hâkim var, duruşma var, resmiyet var. Biçim tamam, ama içerik çürük. İşte sosyal psikolojinin “prosedürel adaletsizlik” dediği tam da budur: Prosedür işletilir, ama adil bir sonuç üretmez.
Araştırmalar bize şunu söylüyor: İnsanlar çoğu zaman sonuçtan önce sürece bakar. Eğer dinlenmişsem, söz hakkı bulmuşsam, hâkim tarafsız görünmüşse, karar aleyhime bile olsa “tamam” diyebilirim. Ama süreç baştan eğilip bükülmüşse, hâkim bağımsız değilse, karşı tarafın arkası daha kalabalıksa, sonuç lehime bile olsa içimde bir ses “bu adalet değil” der. Tom Tyler’ın meşhur bulgusu tam bu: İnsanlar yasalara sadece ceza korkusuyla değil, “bu sistem bana adil davranır” inancıyla uyar. O inanç gittiğinde, gönüllü uyum da gider. Vladimir’in koptuğu yer tam burasıdır: “Ben sisteme güvendim, ama sistem bana ihanet etti; o hâlde ben de bu sistemin kurallarına uymak zorunda değilim.”
Peki Troekurov bunu nasıl başarıyor? Gücü, kurumları kendine doğru bükebilmesinden geliyor. Hâkimleri, kâtipleri, yerel memurları kendi ağına alıyor. Siyasette buna “kurumların ele geçirilmesi” denir: Kâğıt üstünde kamusal olan kurumlar, pratikte güçlü olanın aracı haline gelir. Böylece adalet, satılabilen ve satın alınabilen bir şeye dönüşür; parası, nüfuzu ya da bağlantısı olan, hukukun koruma kalkanına sahip olur. Dubrovski’nin trajedisi, tam tersi konumda olmasıdır. Onun sadece yasaya inancı vardır, ama yasa rakibinin cebindedir.
Bu dinamik bugün bize yabancı mı? Hayır. Yolsuzluğun yerleştiği rejimlerde ihaleleri kimin kazanacağı önceden bilinir, bazı davaların sonucu duruşmadan önce belli olur, memurun hangi dosyayı öne alacağı “yukarıdan bir elle” belirlenir. Dışarıdan bakınca “sistem işliyor”dur; ama içeriden bakınca herkes şunu fısıldar: “Sonuç güvenilmez.” İşte bu, meşruiyet erozyonudur.
Meşruiyet erozyonu başlayınca bireylerin de psikolojisi dönüşür. İnsan, kendisini adil olmayan bir düzene bağlı hissetmez. Bu yüzden yan yollara sapmayı makul ve gerekli görür ve sistemin dışından adaleti sağlamanın yollarını arar.
İntikam: Sistem Dışı Adalet Arayışı
Vladimir’in sistemden koptuğu an bellidir: Babasının cenazesinden sonra bir kez daha mahkemeye gider, yine sonuç alamaz. O gece evi ateşe verir ve ormana çekilir. O andan sonra artık devletin adaletine değil, kendi adaletine güvenecektir. Girdiği yol haydutluk yoludur ama bu alelade bir haydutluk değildir. Zayıfın yanında, güçlünün karşısında yer alan mert bir haydutluk kimliği benimser. Zenginleri hedef alır, özellikle haksızlık yapanları vurur. Böylece kendi bireysel adalet rejimini kurar. Sosyal psikolojide buna “yargı dışında cezalandırma” (vigilante justice) denir: Sistem adaleti sağlayamadığında kişinin adaleti kendi yöntemleriyle aramasıdır bu. Modern hukuk sistemlerinin en çok korktuğu şey de budur, çünkü vijilantizm sessizce şu cümleyi kurar: “Mahkemeye gerek yok, ben hallederim.”
Vijilantizm tehlikeli bir yoldur, çünkü döngüseldir. Adaleti sağlamaya çalışan kişi birine zarar verdiğinde bu da kanuna uygun olmadığı için haksızlık olarak kabul edilir. Zarar gören de intikam almaya çalışabilir. Vladimir, hasmına zarar verir, hasmı önlemlerini artırır, Vladimir bu sefer daha sert hamle yapmak ister. Her intikam bir sonrakini çağırır. Bu döngüsellikte şiddet büyüdüğü gibi küçük hak arayışı, büyük haksızlıkları da beraberinde getirebilir. Üstelik bu adalet kişisel ve keyfîdir: Böylece sistemin adaletsizliğine karşı yeni bir kişisel adaletsizlik doğar.
Bu dinamik bugün de yaşıyor: linç kültürlerinde, mafyanın “koruma” ağlarında, kan davalarında… Resmî sistem adalet üretemeyince insanlar gayri resmî düzenlere kayıyor. Ama o ikinci düzen de adil değil; sadece daha hızlı ve daha şiddetli. Sonuçta toplumu iki seçenek sıkıştırıyor: resmî ama işlemeyen adalet ile gayri resmî ama keyfî adalet. Biri güveni bitirir, diğeri şiddeti büyütür; hiçbiri toplumsal düzeni ayakta tutamaz.
Vladimir’in trajedisi burada bariz hale gelir. İntikam ona ne babasını geri getirir ne topraklarını ne de Maşa’yı. Ormana çekildiğinde devletten kopmuştur; ama kurduğu düzen de sonunda dağılır. Sistem çökmüştü, tamam, ama sistemin yerine koyulan şey de çöker.
Güç Asimetrisi: Büyük Balık Küçük Balığı Yutar
Peki Troekurov neden bu kadar ileri gider? Başlangıçta olan şey aslında önemsiz bir kırgınlıktır. İki eski dost tartışır, tartışma sırasında baba Dubrovski ona yeterince hürmet etmez. Normalde böyle bir tartışma birkaç hafta sürecek bir küslükle kapanır, ama Troekurov mevzuyu gurur meselesi yapar. Yaralanan gururunu onarmak için de elindeki bütün nüfuz gücünü kullanır. Sonuçta Dubrovski’yi sahneden siler.
Burada güç dinamiğinin psikolojik tarafı görünür hâle geliyor: Para ya da toprak sahibi olmak tek başına güçlü hissetmek için yeterli değildir; bunlara sahip olan kişi saygı ve itaat de ister. Troekurov zengindir ama bunun görünür kılınmasına, yani sembolik sermayeye de ihtiyaç duyar. Herkesin onun önünde eğilmesi, onu “bey” olarak tanıması gerekir. Dubrovski’nin saygısızlığı bu sembolik düzene saldırıdır. Troekurov da ekonomik gücünü kullanarak sembolik düzeni yeniden kurar. Mahkemeyi satın alır, toprağı gasp eder ve açık bir mesaj verir: “Benim onurumu çiğneyenin hukukunu çiğnerim.”
Troekurov’un gerçek gücü, etrafında kurduğu bağımlılık ve bağlılık ağından gelir. Hâkimler ona bağlıdır çünkü ondan menfaat temin ederler. Memurlar ona bağlıdır çünkü ondan terfi, yardım, koruma beklerler. Köylüler ona bağlıdır çünkü yaşamları onun elindedir. Bu sembolik sermaye ağı, çatışma çıktığında tek bir beden gibi hareket eder. Troekurov bir işaret verir ve sistem onun lehine çalışır. Dubrovski ise yalnızdır. Onun arkasında böyle bir ağ yoktur. Dayanağı sadece “yasa”dır; ama yasa, rakibinin elindedir. Bu yüzden haklı olsa da kaybeder, güçlü olan kazanır.
Bu tabloyu bugün de görüyoruz: Güçlü yönetici–güçsüz çalışan ilişkisinde, büyük şirket–küçük tedarikçi ilişkisinde, iktidar–muhalefet ilişkisinde. Güç asimetrisi olduğunda kurallar kâğıt üzerinde eşittir ama uygulamada eşit işlemez. Bu, oligarşik bir adalet manzarasıdır: Kural vardır ama onu sadece güçlü olan bükebilir. Güçsüz olan kurala sığınır ama kural onu tam korumaz. İnsanlar bunu gördüklerinde içlerinden şu cümle geçer: “Bu sistem benim gibiler için adalet üretmiyor.” Meşruiyetin çöküşü işte bu iç konuşmayla başlar.
Masha’nın Reddi: Onur Zincirleri ve Geç Kalmışlık
Romanın en acıklı ve duygusal sahnesi, Vladimir’in düğünden sonra Maşa’yı kaçırmaya geldiği andır. Maşa Vladimir’i sevmektedir, ama artık yaşlı bir prensle evlidir. Babasının zorlamasıyla, kendi isteğine bakılmadan kocaya verilmiştir. Vladimir “Benimle gel, buradan kaçarız” der. Maşa’nın cevabı ise kesin ve acıdır: “Geç kaldın. Artık evliyim. Kilisede söz verdim. Bu kutsal bir söz.”
Bu tek cümlede iki unsur var. Birincisi onur-yemin unsuru: Maşa için verilen söz, duygulardan üstündür. Kilisenin önünde “evet” dediği anda, artık “eşini seçebilecek bir kız” değil “evli bir kadın” kimliğine geçmiştir. Bu kimlikten çıkmak, kendine saygısını sarsacak bir eylemdir. Bu yüzden mutsuz olacağını bile bile sözüne sadık kalır. Grinyov’un Çariçe’ye olan sadakatini hatırlatır bu: O da hayatı tehlikedeyken bile yeminini bozmamıştı. Ama arada önemli bir fark var: Grinyov o yemini kendi iradesiyle etti; Maşa’nın sözü ise babası tarafından onun adına verildi. Yine de Maşa o dışsal sözü içselleştirir ve ona tutunur. Çünkü bazen insan, elinde kalan tek onur dayanağına yaslanır.
İkincisi geç kalmışlık-psikolojik kapanma katmanıdır: “Geç kaldın” sadece kronolojik bir cümle değildir. “Artık başka bir ihtimali düşünemiyorum” demektir. Evlilik olduktan sonra Maşa’nın zihninde alternatif yollar kapanmıştır. Kaçmak artık aşk meselesi değil, kimlik ihlali olur. Bu yüzden reddeder.
Burada zamandan bağımsız bir psikolojik durum da vardır: Klinik dilde buna “öğrenilmiş çaresizliğe yaklaşan bir durum” diyebiliriz. Maşa önce babasına boyun eğer, sonra sisteme boyun eğer, en sonunda da kendi içindeki sese boyun eğer. Zincirler artık dışarıda değil, içeridedir. Maşa dışarıdan dayatılan tercihleri sahiplenir. Bu da onun kalbini, ruhunu kendi kendine zincirlemesidir ve en güçlü zincirler daima görünmeyenlerdir.
İşin ilginç tarafı şudur: Vladimir’in güçlünün cebren yaptığı işe tepkisi, sistem dışı adalet arayışıdır, Maşa’nın cebren maruz kaldığı duruma tepkisi ise sistemin içinde kalarak teslim olmaktır. Benzer adaletsizliklere iki zıt yanıt görürüz burada. Bu zıtlıklar da Puşkin’in sevdiği malzemelerdir. Biri ormana kaçar, öteki salona hapsolur. Aslında ikisi de özgür değildir.
Bugüne Bakan Ayna
Dubrovski bize meşruiyetin nasıl çöktüğünü gösteriyor. Ama asıl önemlisi, çöküşe verilen farklı tepkileri de gösteriyor. Üç karakter, üç yol…
Troekurov kurumu ele geçiriyor. Güçlüdür, bu yüzden sistemi kendi lehine büker. Mahkemeyi, memurları, prosedürü kendi aracı haline getirir. Sonuç: Sistem ayakta kalır ama meşruiyetini kaybeder. İçi boşalmıştır.
Vladimir sistemi terk ediyor. Güçsüzdür, haksızlığa uğramıştır, bu yüzden sistem dışına çıkar. Ormana gider, kendi adaletini kurar. Sonuç: İntikam döngüsü başlar, şiddet yayılır, toplum bölünür.
Maşa onura sığınıyor. Ne Troekurov kadar güçlü ne de Vladimir kadar isyankâr. Bu yüzden tek elinde kalan şeye tutunur: verdiği söze, ahlaki kimliğine, onuruna. Sonuç: Mutsuz bir hayata mahkûm olur ama en azından “ben sözümü tuttum” diyebilir.
Bugün bu üç tepkiyi tanımıyor muyuz? Yolsuzluğun yaygın olduğu, hukukun eşit işlemediği, güç asimetrisinin açık olduğu her yerde aynı manzarayı görürüz. Güçlü olanlar sistemi ele geçirir, güçsüz olanlar ya sistemi terk eder ya da kendi içine çekilir. Toplum üçe ayrılır: Birincisi, resmi ama adaletsiz sistem; ikincisi, gayri resmî ama keyfî şiddet; üçüncüsü, onura sığınmış, “sesim duyulmaz” diye susanlar. Bunların hiçbiri sürdürülebilir değildir.
Peki çözüm nedir? Dubrovski bize cevap vermez ama soruyu keskin şekilde kucağımıza bırakır: Sistemi nasıl adil hale getirebiliriz? Prosedürler nasıl gerçekten tarafsız işler? Güç asimetrisi nasıl dengelenir?
Araştırmalar gösterir ki prosedürel adaletin üç temel koşulu vardır: Tarafsızlık (hâkim bağımsız olmalı), ses (herkes dinlenmeli), şeffaflık (süreç açık olmalı). Bu üçü sağlandığında insanlar sisteme güvenir. Ama bunlardan biri eksik olduğunda güven çöker. Troekurov’un mahkemesinde üçü de eksikti, bu yüzden Vladimir’in ormana gitmesi aslında patoloji değil, tutarlı bir tepkiydi.
Sistemin meşruiyetini diri tutmak için sistem içinde güçsüz olanın da sesi duyulmalıdır. Kurallar herkes için eşit işlemelidir, zengin de fakir de, güçlü de zayıf da aynı kurallara tabi olmalıdır. Bu gerçekleşmediğinde Dubrovski’nin hikâyesi tekrar eder: Sistem çöker, intikam doğar, insanlar ya isyan eder ya da içine kapanır.
Son Söz: Meşruiyetin Kırılganlığı
Bu üç yazıda bir yolculuk yaptık. Boris Godunov’da meşruiyetin yokluğunu gördük: Halk susuyordu, alkış gelmiyordu, tören boşa düşüyordu. Yüzbaşının Kızı’nda meşruiyetin kuruluşunu gördük: Bir kürk jesti otoriteye dönüşüyordu, karşılıklılık doğuyordu, düşmanla bile diyalog kurulabiliyordu. Şimdi Dubrovski’de meşruiyetin çöküşünü gördük: Sistem var ama adalet yok, güven kayboluyor, insanlar üç farklı yöne savruluyorlar.
Puşkin bize gösteriyor ki meşruiyet kırılgandır. Kolay kazanılmaz, ama kolay yıkılır.
Belki de en önemli ders şu: Meşruiyet sadece törenle, sadece karizmayla ya da sadece yasayla kurulmaz. Meşruiyet, adalet duygusundan doğar. İnsanlar sistemin kendilerine adil davrandığını hissettiklerinde sisteme güvenir. Bu güven kaybolduğunda her şey çöker.
Puşkin’in on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sında anlattığı bu hikâyeler yirmi birinci yüzyılda hâlâ geçerlidir. Her toplumda, her sistemde aynı sorular vardır: Adalet gerçekten var mı? Güçsüz olanın sesi duyuluyor mu? Prosedürler tarafsız mı işliyor? Bu sorulara “hayır” cevabı verildiğinde Dubrovski’nin trajedisi tekrar eder.






