Dış Politika

Soğuk Savaş’tan Küresel Krize: Türk Siyasetinin Meşruiyet Arayışı

Türkiye Cumhuriyeti dış politikası, meşrutiyet yıllarından beri küresel güç dengelerinin dalgalanmalarıyla yönünü tayin etmeye çalışan bir seyir takip eder. Bu süreçte esas olan şey, sanayi devrimi sonrası dünya arenasında oyun kurucu gücün kaybedilmesidir. Sanayileşme sonrası ortaya çıkan yeni oyun kurucular arasındaki ihtilaflardan yararlanarak devletin dış politikasını belirleme ve ayakta kalma stratejisi bu anlamda asırlara sâri bir zaruret olarak karşımıza gelmiştir.

Sultan II. Abdülhamid’in I. Meşrutiyet ile II. Meşrutiyet arasındaki 32 senelik müstebit yönetiminin tüm büyüsü, İngiltere-Rusya arasındaki ihtilaflardan faydalanabilme kabiliyetinde saklıdır. Dış politikadaki bu denge arayışı ve ayakta kalma stratejisi, İttihatçılar tarafından da özenle korunmaya çalışılmış ancak Reval Görüşmeleri’nde İngiltere-Rusya arasında belirli ihtilafların çözüme kavuşturulması ve Almanya’nın kolonyal pay kapma arayışının saldırgan bir tutuma bürünmesi İttihatçı komiteyi çaresiz bırakmıştır. Büyük güçler arasındaki ihtilaflardan mecburi bir denge gütme hali II. Abdülhamid’in politikalarının görkemli büyüsü iken; İttihatçılar için dış politikadaki benzer tutum ve davranışlar ahval değiştikçe adeta acı bir zehre dönüşmüştür.

Dış politikadaki denge arayışı ve esnek konumlanış biçimi, genç cumhuriyetin dış politikadaki tavrının da temel belirleyicisi olarak tevarüs etmiştir. Tarihten bu yana aktörler arasında eğer bir süreklilik ve devamlılık aranacaksa Hamidistler, Enveristler ve Kemalistler arasındaki istikrar; yalnız dış politikadaki denge arayışı bahsinde hatta belki de sadece bu bahiste bulunabilir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yer yer dış politikada sanayileşmiş büyük güçler arasındaki ihtilaflardan faydalanarak denge arayışından yana tutum aldığı; yer yer ise bu güçler arası ihtilaflardaki boşluk büyüdüğü anlarda atak, aktif ve iddia sahibi birtakım hamleler yaptığı vakidir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından İsmet İnönü’nün şekillendirdiği giderek pasifleşen dış siyaset anlayışı, bu tarihsel yolculuğun temel taşlarını oluşturmuştur. İnönü’nün “ihtiyaçtan doğan ameli prensipler” olarak yeniden tanımlama gereği duyduğu Kemalizm, “tahakkuk ettirilmiş bir realite” mertebesine düşürülerek devletin inşa sürecine rehberlik vazifesi gördürülmüştür.

Konjonktür veya şartlar bunu gerektirmişti de denilebilir, ama bu yolla Türkiye iddia sahibi olmaktan da çıkmıştır. Partiye hâkim olan devlet aklı, İnönü pragmatizmi ile şekillenmiş; esnek, pratik ve hayatın icaplarına uyumlu bir çizgi benimsemiştir. Gazi Paşa Hazretlerinin ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti, İnönü’nün esnek ve pragmatik yaklaşımıyla şekillenen dengeye dayalı bir siyasi çizginin çok daha açık, fakat pasif bir izleyicisi olmuştur.

II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dünyada, Türkiye Batı Bloku’ndan yana konumlandı. NATO üyeliği, çok partili hayata geçiş ve siyasal alanın buna göre düzenlenmesi, bu tercihin somut yansımalarıydı. Merkez sağ ve merkez sol, sosyal demokrat paradigmanın etkisiyle şekillenmiş, siyasal sorumluluklar bu doğrultuda üstlenilmişti. Böylece Türkiye hem iç hem de dış politikada yeni dönemin gereklerine uyum sağlamayı hedefledi.

Ne var ki jeopolitik gerçekler, siyasi ideolojilere her zaman galebe çalar ve jeopolitika ideolojiyi her daim şekillendirir. Türkiye bu gerçeği yakın tarihte çok açık bir şekilde tecrübe etmişti. 1960’lı yıllarda ABD ve İngiltere arasında Kıbrıs üzerinden gelişen kriz, Yunanistan ve Türkiye üzerinden patlak verdi. Kennedy’nin de ölümünü fırsat bilip adaya çıkarma yapınca, ABD’nin yeni başkanı L. Johnson Türkiye’ye bir kınama mektubu gönderdi. İnönü’nün mektuba verdiği cevap netti: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır.” Bu ifade, sonraki dönemlerin de yön arayışını özetler mahiyetteydi. Her kurulan yeni düzende yerini alabileceğini, fakat belirleyen değil daha çok belirlenen olmaya matuf bu iddia, açık ve kararlı bir şekilde dile getiriliyordu. Pragmatizm, biraz da böyle bir şeydi.

Yalta Konferansı’ndan Marshall Planı’na, Truman ve Eisenhower Doktrinlerinden NATO üyeliğine uzanan süreçte Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin ve Batı dünyasının stratejik ortağı olarak konumlandı. Komünizmle mücadele bu dönemin ana eksenini oluşturdu. Ancak bu müttefiklik, Türkiye’nin siyasetini “ihtiyaçtan doğan ameli prensipler” çerçevesinde sürekli yeniden biçimlendirmesini gerektiriyordu. Batı dünyası ile kurulan bu ortaklık, zaman zaman pürüzler barındırsa da, Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin stratejik önemini korudu.

1980 sonrası döneme gelindiğinde şartlar neredeyse tümden farklılaşmıştı. Reagan dönemiyle birlikte küreselleşme ön plana çıkarken, komünizm tehdidinin ortadan kalkması Türkiye’nin Batı nezdindeki önemini görece azalttı. ABD, yeni dönemde mali ve askeri yükümlülüklerini sınırlamak isterken, Türkiye de küresel rekabetin dışında kalma riskiyle karşı karşıya kaldı. Sovyetlerin dağılması, bu süreci daha da pekiştirdi. Bu dönemde Batı Avrupa da gözden çıkarılıyor, Türkiye’nin stratejik değeri tartışmaya açılıyordu. Artık çatışma alanları, küreselleşmeyi ve haliyle biricik demokrasimizi tehdit eden otoriter eğilimli ve terörü besleyen Üçüncü Dünya’ya kaydırılmıştı. Yeni bir dünya kuruluyor ama bu sefer Türkiye eskisi gibi pasif de olsa yerini alamıyordu.

Sovyetlerin de dağılmasıyla Soğuk Savaş sonrası dünyamızı, Foreing Affairs Dergisinde Samuel Huntington, “Uygarlıklar Çatışması” şeklinde tanımladı. Doğu ile Batı arasına yeni bir sınır çizildi ve bu sınırın 1500’lü yıllardan beri geçerli olduğu iddia edildi. Finlandiya ile Rusya arasına çekilen sınır, Batı’yı Katolik & Protestan, Doğu’yu da Ortodoks & Müslüman olarak bölüyordu. Bu sınır aynı zamanda Almanya’ya Doğu’nun kapılarını da kapatıyordu. Eğer Rusya’ya güvenilebilse idi, Doğu Avrupa’da NATO yayılması da olmayacaktı. Yine de Doğu genişlemesinin AB’nin sırtına bindirilmesi, ABD’nin mali yükümlülüklerinden kurtulmasına da delaletti.

Komünizmle mücadele, yerini demokratikleştirmeye bıraktığı neoliberal küreselleşme düzleminde, ABD’nin gözden çıkardığı Batı Avrupa’nın yanıtı, ulusüstü bir yapılanma olan Avrupa Birliği üzerinden verildi. Neoliberal dönemin ölçütü olarak demokrasi, Brüksel Kriterlerince AB’nin merkez ideolojisi haline getirildi. Ve muhataplarına da yol haritası olarak dayatıldı. Çünkü ancak bu yolla refah sağlanabilir, toplumlar ilerleyebilir, kalkınabilir ve gelişebilirdi. Demokrasi olmadan bunlardan hiçbiri mümkün değildi. Artık Türkiye’nin yeni dönemde muhatap olduğu dünyanın iki siyasi meşruiyet alanı vardı. Bir yanda ABD diğer yanda AB. Her ne kadar bu iki yapı birliktelik görüntüsü verse de, içten içe bir çekişme ve rekabet de söz konusuydu.

1990’lardan itibaren Türkiye, “13’ler Raporu” gibi stratejik belgelerin de etkisiyle Avrupa Birliği üyeliğini temel hedef olarak benimsedi. Devlet aklına yön veren İnönü pragmatizmi yeniden devreye girerek Türkiye’nin geleceğini AB’ye üyelikte görmeye başlamıştı. Böylece Türk siyaseti, ABD ve AB olmak üzere iki kutba bölünmüş, ancak meşruiyetini artık ABD’den değil AB’den arayacak şekilde düzenlenmişti. Türkiye, üyelik için gerekirse tavizler vermeye de hazırdı. Çünkü artık Türkiye parçalanmış bir ülke olarak tanımlanıyor (Huntington) ve birliğe üye olmadığı takdirde de bu sürecin derinleşeceği öngörülüyordu.

2000’lere gelindiğinde ise Türkiye’de siyaset iflas etmiş görünüyordu. Brüksel, Türkiye’yi üyeliğe hazır görmezken, ABD de Türkiye’nin bölgesel varlığına temkinli yaklaşıyordu. Buna rağmen Türkiye kararlıydı; varını yoğunu ortaya koyarak AB’ye üye olmayı hedefliyordu. Siyaset, Adalet ve Kalkınma Partisi üzerinden iki kutuplu bir şekilde yeniden tasarlandı. Recep Tayyip Erdoğan kanadı ABD demokratlarınca şekillenen müesses nizam ile ittifakı gerekli görürken, Abdullah Gül tarafı ise Türkiye’yi AB’ye üye yapmaya kararlı görünüyordu. Ağırlık AB’den yana tavır aldı.

Kemalist rejimin, askeri vesayetin ve bürokratik statükonun Türkiye’nin demokratikleşmesinde büyük bir engel teşkil ettiği, kimi karşı çıkmalara rağmen ABD müesses nizam savunucuları ve bilhassa AB bürokratlarınca saptandı ve raporlandı. Açık toplumcu bir programla liberal politikaların benimsenerek, insan haklarını esas alan bir demokrasi projesinin uygulanması ile Brüksel Kriterleri de yerine getirilecekti. Ergenekon ve Balyoz davaları, cemaatlerden sivil toplum çıkarma çabaları, çevre aktörleri merkeze taşıma gayretleri ile Türkiye bambaşka bir sürece girmişti.

Ancak 2013’e gelindiğinde umut olan bu süreç, iki eski Amerikan Büyükelçisi Edelman ve Abramowitz’in raporu ile yerini hüsrana bırakmıştı. Ardından Obama Doktrini ile ABD Türkiye’den vazgeçtiğini ima eden adımlar atarken, Avrupa’nın merkezi Brüksel de Türkiye’nin üyelik sürecini fiilen askıya almıştı. Batılı düşünce kuruluşları Türkiye’yi demokratikleşme programına sadık kalmamakla suçlayan raporlar yayımlamaya başlamıştı. Durum kritikti ve Türkiye’nin bir seçim yapması gerekiyordu.

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı görevinin sona ermesiyle başlayan yeni süreçte Türkiye de kararını vermişti: Türk siyaseti artık meşruiyetini ne AB’den ne de ABD’den alacaktı. İnönü’nün pasif ve içe kapanmacı pragmatizminden vazgeçilmesi, bir bakıma İttihatçılık temelli Kemalist aktif ve yayılmacı realizme dönüş olarak da anlaşıldı.

Türkiye, AB yanlısı ve ABD’deki müesses nizamı kollayan iktidar içi ve iktidar dışı muhalefete rağmen meşruluğunu bizzat kendisinden almakta kararlıydı. Yeni dünya kurulsa da kurulmasa da Türkiye yerini kendisi belirleyecekti.

Türkiye bu süreçte şunu çok net gördü: Batı’nın neoliberal düzlemde dayattığı demokratikleşme projesinde ısrar edilirse, ülke kendisini 1918 şartlarında bulabilir ve esasen bu da bir çeşit manda himayesinden başka bir şey olmayabilirdi. Kemalizm’in tasfiyesi, Cumhuriyeti zayıflattığı gibi Türkiye’yi de ileri götüreceğine geriye düşürmüş, ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmişti. Türkiye’nin bu programda kalması artık mümkün gözükmüyordu.

Erdoğan’ın bir karar vermesi gerekiyordu: Yeni bir dünya kurulacak ve bu dünyada Türkiye de yerini mi alacaktı yoksa Türkiye kendi yerini kendi mi tayin edecekti? Şartlar göz önünde bulundurularak hatalardan gerekli dersler çıkarıldı ve “inceldiği yerden kopsun” denilerek Türkiye kendi yolunda yürüme iradesini ortaya koydu; gerekirse bütün dünyayı karşısına alarak kuruluş felsefesine döneceğini ve kendi yolunda ilerleyeceğini ilan etti. Bu yolda 15 Temmuz süreci yaşandı ve Türkiye, Demokrasi Projesinden istifa ettiğini bütün dünyaya duyurdu. Artık Türkiye yeniden iddia sahibiydi ama bu iddia meşru değildi.

Kabaca bir milat verecek olursak, 2014 yılı itibariyle başlayan, on yılı aşan bu kaotik süreç, Beyaz Saray’da gerçekleşen Erdoğan & Trump zirvesi ile tamama ermiş bulundu. ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın da ifade ettiği gibi, Türkiye bu görüşme ile siyasi meşruiyetini kazanmış bulunuyordu.

ABD için de son on yıllık bu süreç oldukça zorlu geçmişti. Müesses nizamın benimsediği hegemonik demokratikleştirme programından çıkmak için Trump’ın başlattığı cumhuriyetçi izolasyonist süreç türlü engellemelere rağmen başkanlıkla nihayete erdi. Benzer süreçler Erdoğan Türkiye’si ile Trump ABD’sini yolun sonunda aynı yerde buluşturdu. Kimileri bu birlikteliği, verilmiş bir tavize bağlasa da veya ABD siyasetine dönüş ya da meşruiyetini ABD’den almak şeklinde yorumlasa da, aksine Türkiye’nin 15 Temmuz’da ilan ettiği siyasetin “merkez” tarafından kabulü anlamına geliyordu ve değerli bir aşamaydı. Türk siyaseti en nihayetine meşru bir zemin bulmuştu; ancak bunun sadece bir başlangıç olduğu da açıktı.

Talih, konjonktür, şans, zeitgeist her ne derseniz deyin Türkiye’nin yüzüne güldü. Devletin kendi özerk iradesiyle yürüttüğü siyaset, Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığına mukabil, başta ABD olmak üzere dünyadaki büyük bir paradigma dönüşümüne denk düştü, hatta bu dönüşüm ile örtüştü.

Her ne kadar muhalefet bunun farkında olmasa da ve kendi hayal dünyasında yaşasa da, demokrasi projesi bütün bir dünyada yapısal krize girmiş, neoliberal politikalar iflas etmişti. İnsan haklarına dayalı siyaset bir norm olmaktan çıkmış, küreselleşme süreci yeniden sahne alan devletlerin tahakkümüne girmişti. Cumhuriyetçi ve milli eğilimler yükselişe geçmişti. Yeni ve köklü bir paradigma değişiminin arifesinde Türkiye’nin ABD ile yakınlaşması, eski dünyanın ezberlerini dillerine dolayan İslamcısından milliyetçisine, solcusundan kendi bataklığında boğulan muhalefetine birçok kesimi ofsayta düşürmüş, oyun dışı bırakmıştı. Çünkü yeni dünya eski ezberlerle okunmuyordu.

Artık asıl soru şuydu: Türkiye, meşru siyaset anlayışıyla geleceğin dünyasını nasıl kucaklayacak ve kendi yerini nasıl tayin edecekti? Bu sorunun cevabı, muhalefete rağmen önümüzdeki dönemin en önemli tartışma başlıklarından biri olmaya devam edecek gibi görünmekte.

Visited 217 times, 1 visit(s) today

Close