C.S. Lewis
Çev. Haluk Doğan
“Şövalye” kelimesi, tarihin farklı zamanlarında pek çok farklı anlamda kullanılmıştır. Güçlü bir süvari olmak da bir kadına trende yer vermek de şövalyelik olarak nitelendirilmiştir. Fakat şövalyeliği, farklı bir kavram olarak anlamak istiyorsak—yani, Orta Çağ’ın kültürümüze kattığı o kendine özgü comme il faut (olması gerektiği gibi) insan anlayışını ortaya çıkarmak istiyorsak— Thomas Malory’nin Morte Darthur adlı eserinde tüm hayali şövalyelerin en büyüğü olan Launcelot’a hitaben söylenen sözlere kulak vermeliyiz. Bu eserde, Sir Ector ölüm döşeğindeki Launcelot’a şöyle der:
“Sen, salonda kadınlarla yemek yerken en nazik adamdın. Ve yine sen, savaş meydanında kılıcını kaldırıp ezeli düşmanına ölümüne saplayan en acımasız savaşçıydın.”
Bu şövalye anlayışının en mühim tarafı, insan doğasına yönelttiği çift taleptir. Şövalye, kandan ve demirden bir adamdır; parçalanmış yüzlere, koparılmış uzuvların tüyler ürpertici manzarasına aşinadır. Fakat, aynı zamanda, bir salonda son derece ağırbaşlı ve kibardır. Nazik, alçakgönüllü, gösterişsiz bir adamdır. O, vahşilik ile yumuşak huyluluk arasında bir uzlaşma ya da kararında bir orta yol değildir; en uç noktada vahşidir ve en uç noktada uysaldır. Launcelot, dünyanın en iyi şövalyesi ilan edildiğinde, “tıpkı dayak yemiş bir çocuk gibi ağlamıştır.”
Şunu sorabilirsiniz: Bu şövalye idealinin modern dünyayla ilgisi nedir? Son derece ilgilidir. Uygulanabilir olup olmaması başka bir meseledir—nitekim Orta Çağ’da buna uyulmadığı herkesçe bilinir— fakat kesinlikle gerçekçidir; çölde insanların su bulmak zorunda oldukları, aksi takdirde ölecekleri gerçeği kadar gerçekçidir.
Şövalye idealinin bir paradoks olduğunu açıkça ortaya koymak gerek. Çoğumuz, şövalyelik geleneğinin harabeleri arasında büyümüş olduğumuz için, gençliğimizde bize “zorbanın her zaman korkak olduğu” öğretilmiştir. Okuldaki ilk haftamız, bu yalanı çürütmüştür. Bununla birlikte, “gerçekten cesur bir adamın her zaman nazik olduğu” iddiasını da çürütmüştür. Bu türden iddialar, Orta Çağ’ın insan doğasından talep ettiği asıl yeniliği ve özgünlüğü görmezden geldiği için sinsi ve zararlı bir yalandan ibarettir. Daha da kötüsü, aslında insanî bir ideal olan, hiçbir yerde tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen ve zorlu bir disiplin olmadan hiçbir yerde ulaşılamayan bir şeyi, doğal bir olguymuş gibi gösterir. Tarih ve tecrübe ise bu iddiaları çürütmektedir.
Homeros’un Akhilleus’u, cesur kişinin aynı zamanda alçakgönüllü ve merhametli olması gerektiği konusunda hiçbir şey bilmez. O, teslim olup merhamet dileyen rakiplerini hemen öldürür ya da onları esir alıp uygun bir zamanda öldürür. İskandinav Sagalarının kahramanları da böyle bir şeyi bilmez; onlar hem “saldırırken acımasız” hem de hem de “direnirken dirayetlidir”. Attila, “uyandırdığı korkunun tadını çıkarmak istermiş gibi gözlerini vahşice devirmeyi adet edinmişti.” Romalılar bile yiğit düşmanlarını ele geçirdiklerinde onları sokaklarda gösteri için dolaştırır, gösteri bittikten sonra mahzenlerde boğazlarını keserlerdi. Okul tecrübemizde, rugby takımının kahramanının pekâlâ kavgacı, kibirli, baskıcı bir zorba olabileceğini gördük. Son savaşta da gördük ki “muharebede vazgeçilmez” olan adam, barış zamanında Dartmoor hapishanesi dışında kolay kolay bir yere sığdıramayacağımız biriydi. İşte şövalyelik geleneği dışında kalan kahramanlığın doğası böyledir.
Orta Çağ ideali, doğal olarak birbirine meyletmeyecek olan iki şeyi tam da bu sebeple bir araya getirdi. Büyük savaşçıya alçakgönüllülüğü ve tahammülü öğretti; çünkü herkes tecrübesinden bilir ki, bu hasletlere en çok ihtiyaç duyan kişi odur. Zarif ve mütevazı insandan yiğitlik talep etti; çünkü yine herkes bilir ki onun bir süt çocuğu olması hiç de sürpriz değildir. Bunu yapmakla Orta Çağ, dünyadaki tek umuda tutundu. Launcelot’un karakterinin iki yönünü bir araya getiren binlerce insan yetiştirmek mümkün olabilir de olmayabilir de. Ama eğer bu mümkün değilse, o zaman insan toplumunda kalıcı bir mutluluk ya da haysiyetten bahsetmek, tamamen boş bir hayalden ibarettir.
Eğer Launcelot gibi kahramanlar yetiştiremezsek, insanlık ikiye ayrılır: “Kan ve demirle” baş edebilen ama “salonda nazik” olamayanlar ve “salonda nazik” olan ama savaşta işe yaramayanlar. Üçüncü sınıfın—yani barışta zalim, savaşta korkak olanların—üzerinde durmamıza gerek bile yok. Launcelot’un bu iki özelliği birbirinden ayrıldığında, tarih korkunç derecede basit bir hal alır. Yakın Doğu’nun kadim tarihi bunun gibidir. Sert mizaçlı vahşiler dağlık bölgelerden aşağıya akın eder ve bir medeniyeti yok eder. Sonra kendileri medenileşir ve yumuşarlar. Ardından yeni bir vahşi dalgası gelir ve onları yok eder. Sonra döngü tekrar eder. Modern makineler bu döngüyü değiştirmez; sadece aynı şeyin daha geniş ölçekte gerçekleşmesine imkân tanır. Gerçekten de “sert” olanla “uysal” olan birbirini dışlayan iki ayrı sınıfa ayrıldığında başka bir şey pek mümkün değildir. Ve bunun onların doğal durumu olduğunu asla unutmamak gerekir. Her iki niteliği de bir arada taşıyan adam, yani şövalye, doğanın değil, sanatın eseridir. Bu sanatın malzemesi tuval ya da mermer değil; insan varoluşudur.
Bugün dünyada “liberal” ya da “aydınlanmış” bir gelenek vardır; bu, insan doğasının savaşçı yanını saf, kökü tarihin derinliklerinde bir kötülük olarak görür ve şövalyece duyguyu savaşın “sahte cazibesinin” bir parçası diye küçümser. Ayrıca bir de neo-heroik gelenek vardır; bu da şövalye ruhunu zayıf bir duygusallık sayar ve Akhilleus’un Hristiyanlık öncesi vahşetini “modern bir çağrıyla” mezarından kaldırmak ister. Kendi Kipling’imizde bile, onun en sevdiği subayların kahramanca nitelikleri, alçakgönüllülükten ve zarafetten tehlikeli ölçüde uzaklaşmıştır. Yetişkin bir Stalky’yi, Nelson’un en iyi kaptanlarıyla aynı odada hayal etmek bile zordur; Sidney’le hayal etmek ise hiç mümkün değildir! İşte bu iki eğilim, dünyanın sonunu hazırlamaktadır.
Neyse ki bizler yazdığımızdan da hak ettiğimizden de çok daha iyi bir hayat sürüyoruz. Launcelot’in geri dönmesi hâlâ imkânsız değil. Bu savaş bazılarımıza, yirmi yıl süren siniklik ve sarhoşluk periyodunun ardından genç nesilde kahramanca erdemlerin hâlâ bozulmamış olduğunu gösterdi. Bu erdemlerin ihtiyaç duyulduğunda hemen ortaya çıkmaya hazır olduğunu keşfetmek gibi muazzam bir sürpriz yaşanmasına neden oldu. Üstelik bu “sertliğin” yanında çokça “yumuşaklık” da var. Duyduğum kadarıyla, hayatımızın her saatini kendilerine borçlu olduğumuz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ndeki genç pilotlar, 1915 nesline kıyasla çok daha zarif ve alçakgönüllüymüş.
Kısacası, Orta Çağ’ın başlattığı gelenekte hâlâ hayat belirtileri var. Ama bu hayatın sürmesi, bir anlamda, şövalye karakterinin doğal bir özellik değil bir sanat olduğunun bilinmesine bağlıdır. Yani şövalyelik, kendi kendine gerçekleşen bir şey değil, çabayla elde edilmesi gereken bir şeydir. Ve bu bilgi, demokratikleştiğimiz ölçüde bilhassa gerekli hale gelmektedir. Geçtiğimiz yüzyıllarda şövalyeliğin izleri, özel bir sınıf tarafından yaşatılmış ve bu sınıftan diğer sınıflara kısmen taklit kısmen zorlamayla yayılmıştır. Şimdi ise insanlar ya kendi imkanlarıyla şövalyeliği benimsemek ya da geriye kalan iki alternatiften, yani zalimlik ve uysallıktan, birini seçmek zorundadır. Bu, aslında nadiren dile getirilen sınıfsız bir toplumun genel sorunlarının bir parçasıdır. Bu toplumun ahlakı, tüm sınıfların en iyi özelliklerinin bir sentezi mi olacak, yoksa her şeyin tortusunun biriktiği ama hiçbir erdemi barındırmayan bir “havuz” mu olacak? Bu, bir makaleye sığdırılamayacak kadar geniş bir konudur. Bizim konumuz şövalyelik.
Göstermeye çalıştığım şey, bu eski geleneğin hem gerçekçi hem de son derece mühim olduğudur. Launcelot’ta cisimleşen ideal, “kaçışçılık” kelimesini kullananların hiç akıllarına getirmedikleri bir anlamda bir kaçıştır; hayatı yaşanmaya değer kılan şeyleri anlayamayacak olan kurtlarla, onları savunamayacak olan koyunlar arasında bölünmüş bir dünyadan tek mümkün kaçıştır. Geçen yüzyılda, kurtların doğal bir süreçle yavaş yavaş yok olacağına dair bir rivayet vardı; fakat bunun ziyadesiyle abartılı bir iddia olduğu anlaşılmaktadır.
- 1- C. S. Lewis, “The Necessity of Chivalry” in Present Concerns, Ed. Walter Hooper, San Diego, A Harvest Book, 1986, ss. 13-16.