Cumhuriyetimiz yaralarıyla, anlaşıl(a)mamasıyla, onu temsil ettiğini iddia edenlerin kendisine biçtiği dar kalıplarla ama her şeye rağmen bu topraklarda geçerli tek paradigma olarak yüzüncü yaşına giriyor.
Bunun coşkusunu yeteri kadar duymamamız ya da bu coşkuyu paylaşan fazla sayıda kimseyle karşılaşmamamız, şüphesiz onun ne olduğu üzerinde pek düşünmemenin ve dolayısıyla da onu klişelere hapseden siyasetlerin sloganlarına sıkıştırmamızın bir sonucu.
Her sloganla onu daha çok yaraladık, bu sloganlarla iş gördüğünü sanan siyasetlerle onun çağrısını o denli duyulmaz kıldık.
Savunduğunu iddia edenler onu, zaman zaman düşmanının yapabileceğinden çok daha takatsiz bırakabildiler. Bunun sorgulamasını ise yeteri kadar yaptıklarını ya da yapabildiklerini sanmıyorum.
Bu anlamda Cumhuriyet, bir yapabilme kudreti olarak, erdem olarak değil de dayatmacı bir yaklaşımın etiketi olarak görülebildiyse onu savunduğunu iddia edenlerin çocukluklarının payı bunda büyüktür.
Dostunun bile yaraladığı Cumhuriyet’in karşısında düşmanı durur mu?
Zor durumda onun gölgesine sığınsa da içten içe, yavaş yavaş eritmek için elinden geleni yaptı.
Hatta onun altını oyabilmek için kurdukları her saçmalığı entelektüel çabanın, ilericiliğin, aydınlanmanın kıstası bile kılmak istediler.
En zarifleri ise tutarlı olmayı, en temel zihinsel aktivite olan ayrım yapmayı göz ardı etmekle karıştırarak yaralarına yara kattı Cumhuriyet’in.
Kimileri ise Doğu değerleri adına yabancılaştırdı Cumhuriyet’i, onu isimsizleştirmek ve hatta önemsizleştirmek istedi kurguladığı “öz” takıntılarıyla.
Neticede Cumhuriyet’i yanlış anlamak ve yanlış anlatmak, hatta onu anlamayı gereksizleştirmek için her şeyin yapıldığı bir siyasal ve toplumsal hikayeyle yüzüncü yıla adım atıyoruz.
Oysa Cumhuriyet, her şeyden önce doğru anlamın, dolayısıyla doğru eylemin ön koşuluydu, yaptığı ya da yapabileceği hatalara rağmen doğru anlamada ısrar etmekti.
Mustafa Kemal “Cumhuriyet fazilettir” derken 1880 kuşağının giriştiği kurtuluş mücadelesinin varmak istediği amacı özetliyordu aslında.
Bir erdem, bir fazilet olarak Cumhuriyet’in “doğru anlamada” ısrar eden, bunu kendi namusu olarak göreceği yurttaşlar yetiştireceğini umut ediyordu.
Nitekim koca İmparatorluk, en temel düzeyde doğru anlamanın eksikliği ya da güçsüzlüğü nedeniyle çöküşünü durduramamıştı. Öyle ki her kurtuluş çabası bu eksikliğiyle daha baştan sonuçsuz kalmaya yazgılı gibiydi.
Bu sonuçsuzluğu kıran ise Talat’tan Mustafa Kemal’e uzanan bir erdem kuşağı oldu. Erdemi, yani etkin bir şekilde hareket edebilme kudret ve iradesini açığa vuran bu kuşak, bu topraklara biçilen talihi, kör bir sürüklenmeyi, yok oluşu kesintiye uğratabildi.
Cumhuriyet, bu iradenin artık büyüyüp serpileceği ve böylesi kör talihlere maruz kalmamanın güvencesi olacak bir erdemdi.
Onlarca yıllık yıkım ve savaşın sonrasında durgunlaşan havada, hem somut hem de soyut anlamlarıyla, nehir tekrar taştığında aynı zararlara yol açmasın diye barajlar inşa etmekti.
Oysa ne nehri ne de setler inşa etmeyi düşündük.
Düşündüğümüzü sandığımızda da işin salt somut boyutunda takılı kaldık ya da onu öne çıkardık.
Cumhuriyet erdeminin farkında olan yurttaşları erken dönemin fantezisine kapılmakla suçladık.
Montesquieu, iki şey Cumhuriyet’i tüketir, der: Biri eşitliğin olmayışı, diğeri aşırı eşitlik.
Yüz yaşına girmekte olan Cumhuriyet’imizi birilerinin aşırı eşitliğinden, kalanların eşitsizliğinden kurtaramadık.
Eşitliğin olmayışından kurbanlar, düşmanlar yarattık.
Birilerinin aşırı eşitliğinden liyakati, sadakati, eğitimi önemsiz kıldık.
Yüz yıllık siyasi tarihin hemen her noktasında bu iki şey ile Cumhuriyet’i tüketmeyi, yaralamayı sürdürdük.
Cumhuriyet, bize ve açtığımız yaralara rağmen yüz yaşında, biraz da.
Yaşasın, kutlu olsun.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.