9:42 am Adem Yılmaz, Siyaset

Vasat Muhalefet Sendromu ve Demokrasinin Krizi

Vasat Muhalefet Sendromu ve Demokrasinin Krizi

Fredric Jameson, çelişki ile çatışkı arasındaki geleneksel ayrımı hatırlatır.

Çelişkiler, daha çok görünüşler ve tekil durumların genel karşısındaki anlık ya da dönemsel konumlanışı ile ilgili olgulardır. Onun gözler önüne serdiği uyuşmazlık, bu anlamda kuvvet ile ilgili bir durumdur.

İşin Türkçesi, çelişkili olgu bir şekilde uyuşmazlık içinde olduğu zemin ile bağlantı içindedir, onun bir uzantısı olmayı her daim sürdürür.

Bu anlamda Jameson açısından çelişkilerin üretken olması beklenir. Çünkü çelişki son kertede bir kuvvet sorunudur ve uyuşmazlığı kendi lehine çözme konusunda adım atabilir.

Çatışkılardan ise ne üretken olması beklenir ne de onlarda açığa çıkan kuvvet sorunu genel açısından bir anlam ifade eder.

Çatışkıların mevcut zeminle ne söylemsel ne mantıksal bir bağı bulunur. Bu yüzden de neresinden tutacağınızı, nasıl ele alacağınızı bilemezsiniz.

Fakat bana göre çatışkıların tam da bu sebeple büyüleyici bir tarafı da var: “Kimse bizi anlamıyor” haklılaştırması üzerinden kendi konumunu sorgulamaya dahi gerek duymayan, siyasi etkinliği de kendi reklamını yapma düzeyine indirgeyen bir saplantının içinde sürüklenir durursunuz. Öyle ki söylediğiniz “doğrular” bile salt bu sebeple duyulmaz olur.

Türkiye’de sol/sosyalist siyaset ya da sosyal demokrat olduğunu iddia eden aktörler açısından hem güncel hem de tarihsel durum çelişki ile çatışkı arasındaki geleneksel ayrım üzerinden ele alınabilir.

Bana kalırsa alınmalıdır da.

En azından sosyal demokrat bir alternatif siyasal tahayyülün üretimi ya da kurumsal muhalefetin muzdarip olduğu üretken olamama hastalığının teşhisi açısından bu gerekli…

Bu, halinden memnun üretkensizliği de vasat muhalefet sendromu olarak adlandırmayı öneriyorum.

Gelin, ortaya koyduğumuz ve belirmeye başlayan çerçeveyi sondan başlayarak somut örneklerle tamamlayalım.

Vasat Muhalefet Sendromu

Son günlerde karşılaştığımız gelir dağılımı verilerine göre toplumun, en zenginleri dışında, alım gücünün neredeyse dibe vurduğunu söylemek mümkün…

Üstelik çözüm olarak sunulan araç yani talep enflasyonu saptaması üzerinden bu alım gücünü daha da baskı altına almak mevcut durumu toplumun büyük kesimi için çekilmesi zor bir raddeye getirecek gibi görünüyor.

Her ne kadar Şimşek ve ekibi, bu çözümü belli bir rasyonalite üzerinden, iktidar içindeki farklı blokların tepkisine rağmen sürdürüyor olsa da şu iki hususa dikkat çekebiliriz:

Birincisi, ortada sosyal anlamda da etkileri olabilecek iktisadi bir veri var.

İkincisi, bu verinin işaret ettiği sorunun giderilmesine dair çözümler de sorunu belli ölçüde daha derinleştirme potansiyeline sahip.

Siyasal kapasiteye, kamuoyu oluşturma gücüne ve güven yaratma potansiyeline sahip kurumsal muhalefet için böylesi anlar bir sıçrama anıdır.

Mevcut durumu siyasal bir dile tercüme etme adına stratejilerin gündeme gelmesini beklersiniz.

Sorun şu ki kurumsal muhalefetin, böylesi bir politizasyona ne gücü ne de niyeti var. Aksine, yerel seçimlerde belli kaleleri tutmak dışında pek bir kaygıları yok.

İktisadi gerçekliği siyasal dile tercüme etmekteki kapasitesizlik ise Erdoğan karşıtlığı ve yaşam tarzı olguları üzerinden işleyen, miadının dolduğunu kabul edilmeyen söylemlerle ikame ediliyor.

Düşünelim: Hem mevcut durumu politize edemiyorsunuz hem de rakibinizin asla kaybetmediği alanlara oynayan söylemleri sürdürüyorsunuz.

Bu ne anlama geliyor?

İlk anlam, muhalefetin toz konduramadığı elitleri korumak olacaktır.

Muhalefet içerisinde A grubu yerine B grubunu parti meclisine almayı bir değişim olarak sunuyorsanız aslında yaptığınız A ve B’yi de içeren elit grubun konumunu güvence altına almaktan fazlası değildir.

Bununla bağlantılı olarak ikinci anlam, artık yapısal olarak kendi konumunuzu korumak dışında bir siyaset üretemiyor oluşunuzdur.

Muhalefet partilerinin en asli görevi olan, olumsuzlukları politize etme ve sandığa yansıtma görevini yerine getiremiyor oluşunuzdur.

Bu, kadrolarınızla, söylemlerinizle, tutarsızlıklarınızla seçmeni ikna etmek bir yana, onları mecburiyet psikolojisine hapsetmekten kendinizi alamıyorsunuz demektir.

Bunun diğer anlamı da değiştirme gücünüzü yitirdiğiniz siyasal alanın mevcut koordinatlarının size yetiyor oluşudur: Küçük denizin büyük balığı olmaya o kadar kaptırmışsınızdır ki kendinizi, böylece ufkunuz da varlığınız da o büyüklükten ibaret olur.

Dahası, iktidar alternatifi olmak için elzem olan kendini tanımlama hususunu bile yitirirsiniz. Kimi zaman CEHAP olursunuz, kimi zaman Ulusalcı… Siyaset, belki de tam sizin istediğiniz gibi, “ben öyle değilim”in tepkiselliğinden ibaret olur.

Muhalif kitleleri, özellikle 14-28 Mayıs sürecinde olduğu gibi, korkuyla paralize ederek kendi konumunuzun sarsılmazlığında hareket edersiniz ki vasat muhalefet sendromu tam olarak budur.

Veremediğiniz tepkilerin, gerçekleştiremediğiniz değişimlerin, alamadığınız risklerin ve küçük hesapların neticesinde hapsolunan bir sendrom…

Demokrasi Krizi ve Çatışkı-Çelişki Denklemi

Demokrasi krizinin tek nedeni sanıldığı gibi muktedirlerin keyfî ya da otoriter bir formda hareket etmesi değildir.

Demokrasi krizinin temsil düzeyindeki asıl krizi, seçmenlerin onlara yol göstereceğine inandıkları siyasal aktör ve yapılara güvenmeyi bırakması, Zizek’in deyimiyle, “tahtın aslında boş olduğunu” görmelerinden kaynaklanır.

AK Parti’nin en başarılı olduğu konu, kitlesi açısından bu tahtı asla sallantıda bile göstermemesi oldu.

Muhalif kitleler ise giderek artan bir şekilde bu tahtın boş olduğunun farkında olmanın yol açtığı kriz psikolojisine mecbur bırakıldı.

Kimileri ise bu tahta, asla onu dolduramayacak ya da doldurmaya niyeti olmayan isimleri parlatma peşinde…

Dolayısıyla siyasal güven inşa etmek yerine kendi konumunu korumaya odaklanmış muhalif yapıların iktidar olgusuyla yani seçmenleri sürükleyecek bir alternatif olma potansiyeli ile ilişkisi çelişki olmaktan çıkıp çatışkı halini almıştır, diyebiliriz.

Bugün kurumsal muhalefet, bir gün iktidar olma potansiyeline sahip aktörler olmaktan ziyade vasat konumunun keyfini süren elitler olarak karşımızda…

Her şeyi kucağına bekleyen “armut piş, ağzıma düş” politikacılarından tutun da tedirgin adımlarla üçüncü yol iddiasında olanlara kadar…

O yüzden bugün muhalefeti yarının iktidarı olarak hayal edemiyoruz.

Bu sebeple de kurumsal muhalefet, gerek söylemleri gerekse yapısallaşan kapasite sorunu bağlamında siyasal alanla çatışkı içerisinde… Artık siyaset arenasında bir etki ya da değişim yaratmaktan ziyade kendi varlığını, kendi kitlesine bile haklı kılmakta zorlanan bir yapıya dönüşmüş durumda.

Oysa siyaset çelişkidir.

Siyasal alanın mantığı ve gerekliliklerine uygun davranarak ona hükmedebilme kapasitesidir.

Ne armut pişer ne de pişse bile kucağınıza düşer.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 43 times, 1 visit(s) today

Close