10:03 am Kağan Sarıkaya, Siyaset • Bir Yorum

Çöküşün Sorumlusu Sol mu?

Çöküşün Sorumlusu Sol mu?

Bilindiği üzere 14 Mayıs’taki seçim yenilgisini takiben tüm siyasal hatlarda kalabalık bir eleştiri döngüsü oluştu. Geleneksel zıt hatların, birbirleri arasında; aynı hatların da iç hizipleri arasında uzlaşım yanı bulunmayan vasat tavırlı bir ayrışma hali doğdu. Halbuki ilk beklenen şey, meselenin özeleştiriyle şekillenme ümidiyse de – bu, ayrışmayı değil güzelce bir birleşmeyi pekiştirebilirdi- taraflar genel anlamda birbirlerine rest çekmeyi tercih ettiler. Böylelikle topluma yayılan bir politika kayıtsızlığı doğdu ve siyasal alan tükenişe geçti.

İlk sıkıntımız, içine girdiğimiz bu tartışamazlık haliydi ancak tek sıkıntımız değildi. Beni bu yazıyı yazmaya iten husus, yukarıda bahsettiğim noktalarla başlamış olsa da Kutlu Kağan Dalkılıç’ın 22 Ocak tarihli “Türkiye Solu Ne Hale Geldi?” başlıklı yayınındaki “solun millete rağmen siyaset yapması” düşüncesini zemin alan bazı argümanları oldu. Dalkılıç, Türkiye’de solun bir kriz içerisinde bulunduğunu ve bunun sebebinin ülke sosyolojisini karşısına alan sol popülist siyasanın, sorumlusunun da sol liberal müphem bir azınlık grup olduğunu savunuyor. Buradan yola çıkarak ben de şu soruyu sormak istiyorum: Dalkılıç’ın ifade ettiği biçimde “solun krizinin” nedenleri yukarıdaki önermeler midir?

İlkin şundan bahsetmek isterim ki sol popülizm denince çağırılması gereken kavram setinin içerisinde neler vardır? Sözgelimi Mouffeçu sol popülizmdeki radikal demokrasiyi düşünürsek kavramın bize sunduğu şeylerin temelde güvencesiz orta ve orta-alt sınıfların güçlendirilmesi, toplumun dışında kalan kimliklerin merkeze taşınması yani çoğulcu demokrasinin hem süreç esnasında hem de sonuç noktasında ifa edilmesi gereken bir politik harekete dönüştürülmesi olduğunu varsayabiliriz. Bu sebeple popülizm kavramının pejoratif bir algılamayla tartışılması lüzumsuzdur çünkü popülizm, ne olumluyu hissettirecek ne de olumsuzu düşündürebilecek sübjektiflikte değildir. Çünkü karşılıklılık içerisinde doğar ve semantik açıdan nötrdür. Yani sağın popülizminin tepkimesi solun popülizmi olmalıdır ki siyasetin yıkıcı etkisi frenlenebilsin, Mouffe’un da deyişiyle onun bir tür panzehri olabilsin. Bu sebeple sol popülizmin momentumunu basit hasımlık siyasetinden agonistik düşünceye evriltmek gerekir. Agonistik harekete evriltilemeyen sol popülist siyaset, doğasından ayrılacağı için artık adına sol popülizm değil, antagonizma, karşılıklı düşmanlıkçılık, denecektir. Bu nedenle Kılıçdaroğlu, “sol liberaller” ve Türkiye solunun içine girdiği kriz her ne ise bunun sebebi sol popülizmi yapabiliyor olmaları değil tam tersi ondan uzaklaşarak antagonizmaya teslim oluyor oluşlarıdır. Çünkü Kılıçdaroğlu ve çevresindeki dar yönetici grubu Erdoğanist rejimin hatlarına karşı kuvvetli bir agonistik-demokratik davranış geliştirmek yerine Erdoğan’ın onlara bahşettiği küçük bir antagonizma içerisinde siyasete hapsoldu. CHP, hasımlar arası mücadele etmek yerine bu hasımlığı tam anlamıyla göz ardı ederek bir kutbun hegemonyasına teslim oldu. “Kutuplaştırmaya alet olunmamalı” düşüncesiyle siyaseti “değerler” dışına ittiler ve onu sarayın kuvvetli propaganda aygıtının önünde savunmasızlığa terk ettiler.

Nitekim “kutuplaştırma” adı verilen meseleyi o kutupları tamamıyla göz ardı ederek aşmak mümkün değildir. Bir kutbun değerleri diğer kutbun değerleriyle çatışacaktır, bu çatışma faal kalmalıdır ki (en az) ikisi de hem nitel kalabilsin hem de sosyal açıdan yıkıcılaşmasın. İşte Mouffeçu kavram setinde agonistik demokrasi böyle canlanır; değerlerin ve kimliklerin göz ardı edilmesi değil, onların olabilecek en güçlü şekilde karşı karşıya gelerek var olabilmesi söz konusu edilir. Türkiye’de de siyasal farklılıkların bir kutuplaştırma aygıtıyla dağıldığı değil, doğaları gereği farklı kutuplarda bulunduğunun kabullenilmesine ihtiyaç vardır. Bu yüzden solun içerisine girdiği krizler mutlaka vardır ancak Dalkılıç, solun içerisine girdiği krizleri ele almak yerine aslen Türkiye’nin içerisine bulunduğu krizleri solun üstüne atarak çözümlemektedir. Nitekim sol bu kadar güçsüz, krizde ve “yabancı” ise Türkiye’nin krizlerinde nasıl bu kadar genel bir etki yaratabilmektedir? Veya “solcuların” radikal demokrasisi başarısızlıkların asıl nedeniyse Türkiye’nin ana eksenindeki sınıfsal çatışmayı, orta ve orta-alt sınıfların savunmasızlığını, adaletin belirli kimliklerin, sınıfların ve hatta pasaportların lehine dağıtılması sahiden bu ülkenin bir grup azınlığının meselesi midir?

Başka bir konu da solun sık sık meşruiyet kavramıyla içli dışlı ele alınıyor olmasıdır. Türkiye’de eğer meşru olmanın yolu -nedense- millî refleks koymaktan geçiyorsa millî refleksi de sınıfsal olmayan bir biçimde düşünmek artık mümkün değildir. Eski literatürde solu millî kavramıyla yan yana tartışmak vardı ancak bugün gelinen noktada solu millilikle değil, milliliği solla düşünmek farz olmuştur. Bu da sadece solcuların değil, aynı zamanda milliyetçilerin de özeleştirisiyle gerçekleşmelidir. Çünkü Türkiye’de sınıfsal ayrışmanın ilk göründüğü yer cephesine Türk bayrağı asılan sıvasız evlerdir. Unutmayalım, yaşatmak elzem olandır. Öyleyse, eğer solun olan biteni hak ve özgürlükler ekseninden yorumlamasına karşı gelip buradan ne kadar meşru olduğunu konuşuyorsak rejimin ana akım hatlarından daha meşru bir şeyi hiçbir zamanda ve hiçbir zaman döngüsünde üretemeyeceğiz. Çünkü Türk bayrağının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin özgün niteliklerinin şovenizmi propaganda aygıtının gücüyle “bir diğer açıyı” her halükarda, her daim bastıracaktır.

Solun krizi, asıl sırtını dayandırması gereken diyalektiğin parçası olan özeleştiri kültüründen uzaklaşmasıdır. Bununla birlikte Türkiye solunu Türkiye sosyolojisinden azade görmek de mümkün değildir. Dolayısıyla herkesi kapsayan siyasal kültürün ve siyasal iklimin kendi özellikleriyle sol da özgün bir paydaşıdır. Bu paydaşlık diyalektik materyalizmi de alt eder biçimde hizipleşmeyi cemaatleşmeyle iç içe yaşatmakta ve tek bir alanda bilgili olmayı entelektüellik için yeterli saydırmaktadır. Bu noktada genişçe bir mahalle içerisinde bir biçimde ortaya çıkan ya da çıktığı sanılan bir uzlaşı, 3-6 Mart arası süreçte solun da benzer bir biçimde adayın ve masanın tavrının etrafına eleştirilemezlik zırhı örmesine sebep olmuştur. Lakin bu durum solun salt öznesi olduğu değil, paydaşı olduğu bir hatadır. Ancak yine de büyük “uzlaşının” dışında kalmayı tercih eden; yazılarıyla, davranışlarıyla, fikirleriyle olan biteni eleştiren aydınları ve aydın adaylarını görmezden gelmek, onları bir potada eritmek can çekişen özeleştiri kültürümüze yapılacak son hata olur.

Bu sebeple seçim yenilgisini ve devamında ortaya çıkan siyasal tükenişi solun üzerine yıkmak yerine, ülkemizdeki siyaset sektörünün elitokratik kodlarını en baştan tartışmayı öneriyorum. Çünkü gerçekleşen, “bir grup sol azınlığın” kendi siyasasını ülkenin yarısına dayatması değil, siyaset sektörünün üyelerinin ideolojiden bağımsız elit olma yarışına girerek tüm ülkeye zarar vermeleridir. Siyaset endüstrisinin üyelerinin; ideallerin kuvvetiyle değil, sosyal network ile yükselebileceğini benimsemesi, iktidarın da bu zaaftan mahirce faydalanması bizi çöküntüye götürmüştür. Geriye kalan şey, siyasetçilerin ve gençlerin bir kurtuluş yolu olarak seçkin olma arzusunu parçalayacak bir hat üzerinden yeni bir toplumcu radikal-demokratik alternatifi kurgulamayı başarabilmektir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 213 times, 1 visit(s) today

Close