Harun, kardeşiyle birlikte firavunun huzuruna çıkar çıkmaz asasını yere fırlattı. Asa aniden dev bir yılana dönüştü. Harun’un şovu firavunun başını döndürecek güçte değildi. Firavunun hizmetkârları bu el çabukluğunun vasatlığını göstermek için aynı numarayı çektiler. Şimdi yerde pek çok yılan karşı karşıyaydı. Sahneye şahit olanlar için bu olay, vaka-i adiyedendi. İnsan aklının doğaya hükmettiği şüphesizdi. Kavga, doğaya hükmetmenin aracısının kim olacağı kavgasıydı. Bu sebeple Harun’un asadan bozma yılanı firavunun yılanlarını birer birer mideye indirdi. Doğaya herkesin hükmedebileceği açıktı. Kimin en güçlü olduğu kavgası veriliyordu.
İnsanlık için bu kavga hiç bitmedi. Henry Morton Stanley, Kral İkinci Leopold’dan aldığı emirle Kongo’ya gittiğinde aynı oyunu oynuyordu. Kongolu kabile liderlerine türlü numaralar yaptı. Yeri geldi ağzıyla bir mermiyi durdurdu, yeri geldi paltosunun altına yerleştirdiği bataryayla Kongoluları çarptı. Bir keresinde eline bir büyüteç aldı ve purosunu Güneş’e tuttuğu bu büyüteçle yaktı. İlkokul çocukları için ev ödevi sayılacak bu gösteri Kongoluları kendinden geçirdi. “İşte,” diyordu Stanley, “biz öyle güçlüyüz ki Güneş’i bile hizmetimize soktuk. İstersek evlerinizi de böyle ateşe veririz.” On milyon Kongolunun katliyle sonuçlanacak katliamda silahlar kadar doğaya hükmetmenin verdiği psikolojik üstünlük de rol oynamıştı. Sihrin büyüğü parsayı topluyordu.
Çağlar boyunca insanın kendi aklına imanı ortadan kaybolmadı. İnsan, bazen sadece hayal ederek ama çoğu zaman da birtakım ritüelleri tekrar ederek dünyayı değiştirebileceğine inandı. Bazen bir acıyla başa çıkmak için doğanın işleyişine çomak sokma yolları aradı. Ölülerin arkasından onlar namına güzel şeyler yaptı. Bazen ölüleriyle konuşmak istedi, bir masa etrafında toplanıp ruh çağırdı. Bazen sadece hırsından yaptı bunu. Kaybolan cennetleri aradı, kilitli kapılara büyülü sözler fısıldadı. Bir sözüyle dünyayı değiştirmek istedi. Bazen de seyirci kalmaya dayanamadı. Sevdiği takımın maçını izlemeye uğurlu donuyla giden de âşık olduğu kişiyi kendisine bağlamak için kurbağa ayağıyla domuz sidiğini kaynatan da bir şekilde dünyanın akışına müdahil olmak istedi.
İnsanın en büyük sınavlarından birisi, dünyaya doğaüstü hiçbir müdahalesi olamadığını kabullenmek oldu. Eğer kabullendiği söylenebilirse… On yedinci yüzyıl, bu ışıklı hayatın ilk darbelerini yediği çağdı. Descartes gelip aklı doğadan kopardı. Ondan evvel doğa bir bütündü. Organikti. Her şey birbirine bağlıydı. Bütün evren adeta bir ahenkle dans ediyordu. İnsan aklıysa, aracısı hangi tanrı ya da büyücü olursa olsun, bu evrende söz sahibiydi. Duasıyla yağmurlar indiriyor, bedduasıyla hasımlarına dünyayı dar ediyordu. On yedinci yüzyıl düşünürleri bu hüsnükuruntuya son verdi. Aklı, kendi sınırlarına çekip doğayı rahat bıraktı. Artık gezegenlerden hayvanlara, denizlerden ovalara kadar her şey kendi başının çaresine bakabiliyordu. İnsanın aklıyla doğanın arasına bir hat çekildi. Doğa, bir saat gibi mekanik olarak işliyordu. İnsan aklına ihtiyaç duymadan var olabilen doğa ilk kez özgürdü. Descartes aklın sınırlarını öyle küçülttü ki insan artık aklına başvurduğunda ancak kendi varlığından emin olabilirdi. Aklın dünya üzerindeki hükmü ilk kez ortadan kalktı. “Cogito, ergo sum,” “Hokus Pokus”un yerini aldı.
Yirminci yüzyılda Aydınlanma için tam aksi söylenir olmuştu. Her türden musibetin müsebbibi Aydınlanma olarak anlatıldı. Almanlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Aydınlanmanın Diyalektiği’ni raflardan boşuna yağmalamadılar. Dünyanın başına ördükleri çoraplar kendi suçları değil, Aydınlanma’nın doğal sonucuydu. Çünkü, Aydınlanma aklı tanrı ilan etmişti. Bütün akılsızları tımarhanelere kapatmıştı. On yedinci yüzyılda hükmünü kaybeden antik metinler yeniden okunmaya başlandı. Aydınlanma, hakikatin yazıldığı bu antik metinleri yasak etmişti bize. Dünyayı sayılara indirgemişti. Herkesi Avrupa’nın değerlerine hapsetmişti. Şimdi kendimizi yeniden bulacaktık. Heidegger, metinlerine antik Yunanca ifadeleri boca edecekti mesela. Bir anlam bulmak için değil, kulağa bir büyü gibi gelsin de kilitli kapılar aralansın diye. İnsan aklı, kaybettiği iktidarı yeni mistisizmler icat ederek aşmaya çalışıyordu. Antik metinlerden modern dünyaya boca ettikleri bu reforme edilmiş büyüler nihayet Pandora’nın kutusunu açacaktı. İçinden çıkanlar aklıyla dünyaya şekil vermek isteyen, aklına iman etmiş ve tanrısını kaybetmiş New Age Spiritüalizmlerden başkası olmayacaktı.
İnsanın akla imanı form değiştirdi. Her şey üst aklın oyunu oldu. Dünyada ne olsa bir grup güçlü insan öyle planladığı için olmaya başladı. Aşılar, otizmli nesiller üretmek için tasarlandı. Spiritüalistler aklı kutsadığından en büyük korkuları da akla saldırı oldu. Komplo teorilerinin büyük bölümü de zihin kontrolüne ayrıldı. Onlara göre aklımız ve algımız daima kontrol altında. Ve onlar, yine akıllarını kullanarak özgürleşiyor ve dünyanın şifrelerini kırıyorlar. Her şeyi biliyorlar. Zihinlerinde tasarladıkları her şeye, doğaya sorup test etme ihtiyacı duymadan inanıyorlar. Çünkü kendi akılları her şeye muktedir. Kâdir-i mutlak akıl, geçtiğimiz üç bin yılda icat ettiği aracılardan da kurtulunca en ilkel haliyle aramıza geri döndü. Dünyayı yerinden oynatmak için bir kaldıraca bile ihtiyaç duymuyorlar. Aklın sınırlılığının ve her şeyi bilemeyecek olmamızın getireceği tevazudan da bu sebeple yoksunlar. Zira aklın sınırlarını tanımayan akılsızlığın sınırı yoktur. En nihayetinde on binlerce yıldır yaptığı gibi doğaya hükmetmek ister. Akıl, sınırlarını kabullendiği ölçüde rasyonelken serbest bırakıldığı ölçüde ilkeldir.
Hugo von Hofmannsthal, “Politika sihirdir. En derindeki güçleri çağırmayı kim biliyorsa, onun peşine düşerler,” demişti. Bugün bir sismografla ölçülebilecek derecede yükselen akılsızlık, kendi rüyalarını icat etmeye devam ediyor. Zira kim bir Hint fakiri gibi kusursuz bir flüt seremonisi sergilemek istese, karşısında kendisini takip etmeye hazır bir kalabalık buluyor. Komplo teorisyenleri ve popülistler kadar astrologlar ve kuantumcular da bir türkü söylüyor. Üstelik enerjiye diz çöktürdüğüne inanan bu kitlenin korkacağı bir şey de yok. “Hayırsever tanrı” argümanından bile keyifli bir dünyaları var. İnsan, istediği şeyler için çalışmalı. Ancak bu çalışmaya ek olarak enerjiyi harekete geçirecek ritüellerini de unutmamalı. Evrenden ödülünü talep edecekler elbet ancak bu evrende kötülüğe yer yok. Yasaklı hareketler yok. Emir ve görüşlerinize hazır bu evren sadece ödüllendiriyor ama asla cezalandırmıyor. Helak etmiyor, helal ediyor. Cenneti var, cehennemi yok. Tanrı öldükten sonra çağrılan kâdir-i mutlak insan aklı, işte böyle tezahür ediyor.
Oysa Descartes’ın tarif ettiği akıl ne kadar da zavallıydı. Bir tek kendini bilebiliyordu. Hatta kendi varlığından bile zar zor emin olabiliyordu. Kant daha da ileri gidecekti. Zaten kuşa dönmüş bu aklın elinde bir tek sınırsızca hayal etmek kalmıştı. Kant buna da göz dikti. Hayaller bile sınırsız değildi. İnsanın her şeyi, en azından zihninde, canlandırmasının bile mümkün olmadığını gösterdi. Yetmedi, eylemlerini seçme özgürlüğünü tanıyan Kant, insana eylemlerinin sorumluluğunu almayı da zaruri kıldı. Durkheim, insan aklının sınırlarıyla da yetinmedi. Bu sınırlar bir de yerelleşiyordu. İnsan yalnızca sınırlı bir akla sahip değildi. Bu sınırlar bir de yaşadığı yer ve zamanla şekillenmişti. Başka bir deyişle, insan aklının sınırlarının bile sınırları vardı.
Elbette, akla sınırlarını öğretme işini yalnızca Aydınlanma filozofları üstlenmedi. Bilim de bir yandan yüzyılların kâdir-i mutlak akıl fikriyle mücadele ediyordu. İnsan, doğayı organik bir bütün ve kendisini de bu harmoninin efendisi olarak gördüğünden; kendi evini, evrenin merkezine almıştı. Kopernik, insanın yuvasını evrenin merkezi olmaktan çıkarıp onu diğer hayatsız gezegenlerle bir tuttu. Darwin özene bezene yaratılıp içine ruh üflenmiş insanı alıp maymun etti. İnsan artık kendisi için yaratılmış bir evin sahibi değil, kendisinden önce milyarlarca yıl var olmuş bir evin kiracısıydı. Bir de psikoloji çalışmaları gösterdi ki insan, kendi zihninin bile efendisi değildi. On binlerce yıl doğaya hükmeden insan aklı, ne hikmetse kendi hayatına bile hükmedemiyordu. Öyleyse iddia edildiği gibi Aydınlanma ve bilim, tanrıyı yerinden edip aklı tanrı ilan etmemişti. Tam aksine, tanrı kılığına bürünmüş insan aklını biçare hale getirmiştir. On dokuzuncu yüzyıl Romantiklerinden, yirminci yüzyıl Post-yapısalcılarına kadar bütün akıl karşıtları, kaybedilmiş akıl imparatorluğunun mirasçılarından farksızdır. Artık olmayan bir tahtta hak talep etmektedirler.
Bir sözüyle dünyayı dize getirdiğine inanan kendi hayal gücünün kudretli tanrısı insan, aklının sınırlarını öğrenip sıradan bir hayata ikna olabildi mi? Aydınlanma’nın yaktığı ateş akla sınırlarını öğretmiş olabilir. Ancak akılsızlığın sınırları, evrenin sınırlarıyla yarışmaya devam ediyor. Anlaşılan insan, bir sözüyle değiştirebildiği büyülü dünyasından kolay kolay vazgeçemeyecek.
İnsanın kendine olan aşkı, akılsızlığının sınırlarını zorlamak için her zaman tetikte olacaktır. İnsanlar, kendilerinin ve ait oldukları grupların iyi olduğuna dair önyargılar taşıyor olsa da akıl, kendi önyargılarının yerine yargılar koymaya mahirdir. Aydınlığın ya da karanlığın, iyiliğin ya da kötülüğün, esaretin ya da özgürlüğün, aklın ya da akılsızlığın galebe çalmasını beklemek haksızlık olur. İnsan, var olduğu sürece karanlık ile aydınlık arasında ince bir ipte cambazlık etmeye devam edecektir. Hem kişisel yolculuğunda hem de kolektif teşebbüslerinde iki uca da savrularak yürümeyi sürdürecektir. İnsanlığın hikâyesi önceden kurgulanmış bir sona doğru gitmez. Bir gün bitecekse bile, bu hikâye kahramanın nihai durağa gelmesiyle noktalanmayacak. Ne bir zafer beklemekte fayda var ne de bir hayal kırıklığının esiri olmakta. Aldığı bütün darbelere rağmen artık anlamını yitirmiş Aydınlanmacı bir düsturu yeniden düşünmeliyiz: optimizm. Zannedildiği gibi Pollyannacı bir ruh hali olarak değil en uygun durumu arayan ve en iyi çözümü üretmeye çalışan, yani optimumun peşinde bir optimizmi tekrar gündemimize almalıyız.
Belki büyücülerden kurtulamayız ama cadı diye yakılanları kurtarabiliriz. Belki sömürüyü bitiremeyiz ancak aklın en çok da sömürülene lazım olduğunu teslim edebiliriz. Belki şifacılar buhar olup uçmasa da hastalar görür sabahı. Her zaman güzel eyleyemeyiz belki, fakat eylemlerimizin sorumluluğunu alabiliriz. Daha akıllı olamayabiliriz, yine de bunca akılsızlığı sınırlamanın daha iyi yollarını bulabiliriz.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:
Yunus Anıl Yılmaz, “Hokus Pokus’a karşı Cogito, ergo sum” https://www.fikirtepemedya.com/felsefe/hokus-pokusa-karsi-cogito-ergo-sum/ (Yayın Tarihi: 19 Mayıs 2024).
***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz:
Ernst Bloch’a ait, İyimser Olmayan Umut adında bir kitap okumuştum, içerik olarak değilse de tabir olarak buradaki anılan optimizmi çağrıştırdı bana. Güzel bir yazı. Tebrik ederim.